Yarış atı
Sabah, başlangıç, ilklik, mahmurluk ve hayretle beraber yaşanan ne güzel bir ilk ellik! Yeni kadere karşı biraz bebeklik, silinip süpürülmüş saf hafıza, az heyecan... Bakalım bugün neler olacak merakı. Öğleyin tecrübe, “olacak illa” geçişi. İkindi istikrar ve “olsun varsın” ’lar, “her hâlükârda hamd olsun” ‘lar geçidi. Akşam; “bu da oldu, o olmadı, ah neler oldu” telaşı ve bitiş...
Yatsı ölüm, bu sona bir son verme,
dinginlik ve yeniden dirime kadar hayattan dinlenme...
Sonsuzluğun ilk durağı: gece... Dünyanın
içine saklanmış ahiret. Başka, başka bir zaman. Zamanın kendi dışına çıkması,
sonluluk çırpınışı ve teslimiyet. Gece çatışma, gece vicdan ve herkes ölmüş de
bir sen kalmış gibi kendine sarılma... Sabah başlangıç. Böyle bir döngüde, böyle
bir yürüyüşteyken ömrümüz akla gelen ilk cümle:
Elbette her insanın kıymet verenleri de kıymetlileri
de vardır. Fakat genel manada insanın insana çeşitli şekillerde, en çok
söylemeye çalıştığı şey şudur:
"Biliyorum ölünce hiç olmadığı
kadar eller üstünde ve öldükten sonra da çok kıymetli olacağım. Fakat henüz
yaşarken -olduğum kadar- kıymetli olma imkan ve ihtimalim var mıdır?”
Sadece öldükten sonra değil, yaşarken de
çok kıymetli olmanın bir yolu var ve onu bulmaya çalışıyoruz. Ölünce değil
henüz yaşarken affedilmenin… Cenazemize ille buyurun gelin.
Fakat henüz sağken de bekleriz, gibi
cümlelerle aklım kendine gülümseyecek şeyler buluyor. Çarpıklıklar üzdüğü kadar
keyif de veriyor insana. Ve normal giden şeyler cazibesi silinmiş tahtalar gibi
sıralı bloklar halinde öylece dikilir dururken, yaşamın içinde en çok
çarpıklıklar dikkat çekiyor. Arızalar haylaz hareketliliğiyle zamanı eğri ören
alaysız ustalar gibi. Durduk yerde iş çıkararak bizi avutuyor.
Her yaşta insan akranlarıyla "ne
güzel yaşlanıyor". Tamam tamam yaş alıyor. Bir de bu çekişme var. “Yaşlanmıyoruz,
yaş alıyoruz!” düzeltmesi… Modern insan ne kadar korkuyor yaşlanmaktan. E o
zaman hayatının ilerlemesinden ve seyrinden mi korkmuş oluyor? Ne yapalım? Bir
noktada donalım ve duralım mı? Hep aynı tazelikte ve gençlikte kalmak çok
sıkıcı değil mi? Neden zaman bizi de kendimize has nakışıyla durup işlemesin?
Kaz ayakları neden göçüp gidiyor olmanın, buraları terk edecek olmanın müjdeli
izlerini koymasın yüzümüze? Niye hep ütülü kalsın ki yanaklarımız? Hep bahar,
hep bahar, ilk-orta-son bahar… Hani dört mevsim? Hani bunun kışı, kıyameti? Sil
baştan yenilenecek şekilde eskimesi? Hani bunun ak saçı, sakalı? Es mi geçsin
bizi yıllar? Şakalaşmasın, takılmasın mı belimize, yanımıza? Bizim başımız kel
mi?
Modern insan yaşlılığı ille sağlıksızlık
ve bütün olumsuzlukların bir bedende toplanması gibi algılıyor ve olanca
gücüyle nefretle genç kalmaya kaçıyor. Tabi bunun başlı başına sektörü,
maliyeti, bedeli var. Çok şey söyleyebiliriz belki ama kimseyi saçmalamaktan
vazgeçirmek gibi bir sorumluluğumuz yok. Keyifle kalem oynatıyoruz şurada.
Misyonsuz. Temiz yazı.
Fakat sağlıklı olmak kaydıyla bazı
güçlerimizin azalması, o güne kadar süren bazı
sorumlulukların, işin, gücün de azalması
ve düşünmeye, gücümüzce kendi hayatımızın
bilgeliğine ve biraz keyifle pineklediğimiz yerden işe
güce koşan gençleri
“öğrenecekler, öğrenecekler sabır” diye
diye gevrek gevrek gülerek izlemeye zaman-lar bulmak anlamına da gelmiyor mu?
Cümle uzadı. Siz okurken bölünüz. Daha çok versiyonu da var bunun ama yazı da
uzuyor sonra.
Gençleşme çabası burada daha çok kalma
isteğini yansıtıyor sanki. Kalınası bir yer mi ki dünya? Asıl yuvasından düşmüş
bir serçe sığıntılığı değil mi hep yaşadığımız? Hani hep şikayetteydik? Hoş
yerinde duramama, koşmaca ve faaliyet bakımından delikanlıysak ta (bir de bu
var; ben sizden daha gencim iddiası) yine de başka bir dünyaya
gençleşiyoruz fikri daha cazip.
Düşüyor sanılıyor ömrümüz fakat ben çıkıyor
diyorum yaş ilerledikçe...
Dünyadan düşmek, düşmek değildir.
İşte bilirsiniz bu hayat ve
sorumluluklar sizi bir yarış atına çevirir. Yükleriniz azalmaz. Hep çoğalır.
Burnunuz sürter. Omzunuz ağrır. Başınız düşer. Çoğu gün hiç düşünemeden küçük
küçük ölürsünüz ya geceleri. İşte yaşlanmak o atın bacağına sıkılan
merhamet kurşunudur belki, ne dersiniz? Bir yarış atı olmadığımız anlaşılır
belki… Ne dersiniz?
Gece gündüz, gündüz gece derken, bir
gece’niz gündüzünüzü kovalamaktan vazgeçer veya bir gündüzünüz gecenin izini
sürmekten son anda vazgeçer. Oracıkta kalırsınız. Oracıkta sizi ve bütün
emeğinizi kendisine ait sanan herkese şu cümleyi tek tek telaffuz ettirirsiniz
bir güzel:
“İnnâ
lillâh ve innâ ileyhi râciûn.” Biz döndük, siz de döneceksiniz alt metniyle…
Bahtıyla yâr olmak ya da yâr olmaya
değer bir baht edinmek arası- deresinde ömür, bizimkisi...