Yarım Asırdır Diyarbekir’deyim!
Kadim bir şehirdir Diyarbekir. Acı ve sevinçleri de kendisi kadar kadim; muhabbetlerine doyum olmayan hasbi ve mert insanların şehri.
Meziyetleri saymakla bitmez bu şehrin. Minarelerden veya mabetlerden yükselen sesler, kentin kimliği kısılan seslerse trajik kaderidir.
Şehir surlarla çevrilidir. Bu hal belki onun en cesim trajedisidir. Ahali nefes almak için surdan gedikler açmış. Allah’tan her küçe (sokak) başında veya sonunda inşa edilen mabetler ahalinin imdadına ulaşmış.
Zannımca Diyarbekir’in büyük çıkmaz sokağı surlardır. Surlar içindeki her sokak ayrı bir çıkmaz sokaktır. Bundandır ki din farkı gözetmeden şehrin ya küçe başlarında ya da çıkmaz sonlarında hep mabetler inşa edilmiş. Şehre yüksek bir menzilden baktığınızda en evvel dikkatinizi mabetler çeker.
Yıllar önceydi. İlk defa gidiyordum Diyarbekir’e. Anlatılarda ve zihnimde oluşan o kadim şehir surlarla etrafı çevrili bir esir şehir gibiydi. İnsanları da esir şehrin insanları. Bahsedilen semtler bir yerleşim yerinden ziyade o kadim kentin dış peyzajını tamamlayan dış unsurları gibi idrakime kazınmıştı. Ofis, Bağlar ve Huzurevleri, surdan uzak lakin Allah’a yakın birer asude semtler gibiydi.
Kadim nurlu Âmid şehrine sadece içindekiler değer katmıyordu. Korkarak buraya gelen ve ağlayarak buradan gidenler de şehrin kadim değerleri arasında yerini alıyordu. Maatteessüf şehre gelenlerin çoğu gidiyor azı kalıyordu. Bu kalan azlar içinde öyleleri vardı ki giden çoklara bedel birer değerdiler şehr-i nur için. Biriyle tanışma şerefine nail oldum. Diyarbekir sevdasını kendisi anlatsın.
— Yarım asrı geçti bu şehirde olduğum zamanlar. İlk defa tam 50 yıl önce karıştım buradaki Mehmetlerin arasına. Buraya gelmeden de gariban büyümüştüm.
İlkokulu ayakkabısız ve büyük zorluklar içinde tamamlamıştım. Anacığım ve babacığımın fedakârlıkları okumaya dair azmimi artırmıştı. Ortaokulda siyah önlüğümün altına giyecek köyneğim yoktu. Kadın ayakkabılarına benzer ayakkabılarla gidiyordum okula. Lise dönemimse tam bir yoksulluk içinde geçti. Ama ben okumaya azmetmiştim. Akrabalarımın acıyarak verdikleri eskileri terzilerde kendime uyarlar ve mutlu bir şekilde üstüme giyer ayağıma teperdim.
Sene 1969. Diyarbakır’da bir tıbbiye talebesiyim. Fakirlik peşimden bu şehre de geldi. Hem de bana acıyan biraz da doktor olacağımdan gururlanan akrabalarımın eski elbiseleriyle beraber geldi. Hiç yüksünmedim ve komplekse girmedim. Sevinçle o elbiseleri aldım. Diyarbakır’ın terzilerinden eskileri uyarlayanlara götürdüm. Bir çoğunu ters yüz ederek yeni kıyafetmiş gibi giydim.
Çukurova’ya hakim bir milliyetçilik anlayış ve taraftarlığından kaçmış ancak farklı bir milliyetçiliğin hakim olduğu bir yere gelmiştim. Yolumu çizdim ve insanlara acı getiren milliyetçiliği bırakarak şehrin kadim insanlarının kimliği olan gerçek İslami değerlere tutundum.
Diyarbekir’i çok sevdim. Galiba bu şehir de beni sevdi. Çok kısa sürede alıştım şehre. Sokakta beni tanıyanlar bilhassa tıbbiyeli olduğumu öğrenenler hemen doktor muamelesi yapıyor ve dertlerini sıralıyorlardı. Ben de öz güvenle doktormuşum gibi davranıyor ve insanlara bildiklerimi aktarıyordum.
Talebelik yıllarım güzel geçti bu şehirde. Meslek hayatımı da burada geçirmeye karar verdim. Ben de artık bu şehrin insanlarından biriydim.
Mesleğime üniversitede devam ettim. Neredeyse yarım asırlık ömrümü şehirdeki tıp fakültesi ve hastanesi koridorlarında geçirdim.
Üzerimde hep kirlenmeyen beyaz önlüğüm vardı. Şehrin sokaklarında sıradan bir vatandaş gibi dolaşırken onlardan oldum. Hastaneye geldiklerinde onlardan farklı tutmadım kendimi. Ne giyinişim ve dış şeklimle onlardan ayırdım kendimi ne de mesleğimi bir mümtaziyet formu olarak kullandım. Evlerine, mahallelerine, köylerine ve en uzak ilçelerine kadar gittim bu şehrin insanlarının. Misafirperverlikleri beni mahcup ediyordu. Zamanla tanınırlığım bütün güneydoğuya yayılmıştı.
Yıllar geçtikçe ve zaman ilerledikçe hastanedeki odam bir ziyaretgaha dönüşmüştü. Sadece Diyarbekir şehrinin değil Mardin, Siirt, Urfa ve Antep şehirlerinin dahi şeyh ve alimleri ağa ve ekabirleri, gariban ve kimsesizleriyle dost olmuş ve elimden geldiği kadar dertlerine derman olmaya çalışmıştım. Kapım onlara daima açık elimden geldiği kadar da mesleğim dertlerine çare oluyordu.
Sanırım beni onların kalbinde yerleştiren asıl şeyse üzerimdeki beyazlığa maddi bir menfaat kiri ve ekabirlik siyah lekesini bulaştırmamamdı. Giyinişim ve mütevazi yaşamım vallahi bazen o şeyh ve ağaların yanında çok sade kalıyordu. Bundan dolayı da beni seviyor olabilirlerdi.
Bu şehr-i Âmid sadece bana hayat arkadaşımı değil kaşıkçı elması mesabesinde kadim dostlarımı da buldurdu. Buradaki koskoca elli yılın arkasında hatırladığım sadece güzelliklerdir.
Eşim ve evladım hayatımın sürekli güzellikleri iken dişçi Kadri abi, avukat Recep abi, eczacı Abdullah abi, doktor Seyfettin kardeşim, ağamız Hacı Timurağaoğuları, Köprücü Hacı Ali abi, esnaf Hacı Hakkı, Hacı Rıza, Hacı Mehmet abiler, Selahattin Kaplan hocam, Sıddık hocam ve Hafız Ali hocam, berber Halim abi, çorbacı Fatih, helvacı Sezai, kebapçı Yusuf abiler, Nurettinler, Mahmutlar, Arifler, Ahmetler, Abdullatifler ve daha ismini sayamadığım bu şehrin nice güzel insanları yalnızlığımın ortağı ve ailemden birer parça oldular. Kardeşim anlatacak çok şey var.
-Biliyorum efendim anlatacak çok şeyiniz var! Lakin bizim de köşemizdeki sütunlarımız dar!
Şu kadarını diyebilirim. Yahya Kemal Diyarbekir’e gönülden hizmet veren bu asil tabip ve benzerlerini tanımış olsaydı eminim onlar için de Ali Emîrî Efendi’ye yazdığı gibi bir gazel yazardı.
Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Âmid o şehr-i nûr öğünsün ile’l-ebed
Fazl ü fazîletiyle bu necl-î bülendinin
İklîm-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyle tab’-ı nefâ’is-pesendinin
Yekpâre nûr olan bu kütüphâne-î nefîs
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin
Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete
Hayrânı oldu halk eser-î bî-menendinin
Yâ Fahr-ı Kâinaat sen iyfâ et ecrini
Dîvân-ı Kibriyâ’da bu Şark ercümendinin
Ey şehr-i nûr! Ey kent-i meserret ve keder! Ey ülkemin yüzündeki en güzel ben gibi duran şehr-i cânân ve yârân! Seni seven ve ömürlerini seninle geçiren bu asrın aziz havarileriyle övün. Bağrında Dicle gibi berrak akanların kadrini bil ilelebet. Onlardır seni anlayan ve senden anlayan kadirşinas misafirler.