Yaralı ağacın söylediği
Canı
sıkıldı, telefonunu karıştırdı, konuşabileceği herkesi aramıştı. Aramasını
beklediği kişileri de yine en son kendisi aramıştı. Sıra onlarda, dedi ve
telefonu bıraktı. En iyisi şehir dışına
çıkmak, biraz temiz hava alayım, dedi ve öyle de yaptı.
Uzun
süre olmuştu ağaçlarla konuşmayalı. Selam verip hâl hatır soracaktı. Yazdı, sıcaktı, bunaltıcı idi. Kaçacak yer
asla cehennem sıcağıyla yanan tatil beldeleri olamazdı. Ormana, dağlara,
köylere, derelere, yaylalara gitmek en iyisiydi, böyle geçirdi içinden. Dağ
çilekleri mis gibi kokuyordu, tadı bir başkaydı. Önceki yıl topladığı dağ
çileklerinin tadı damağında kalmıştı, kuzukulakları, mantarlar, çördükler… Hepsi
de şehirden uzaktı ve tabii bir şekilde yetişiyordu. İnsandan uzak! Şimdi
insandan uzak olan neye yakındı? Kafasını karıştırmak istemedi. Aklına
koyduğunu yapıp dağlara, ağaçlara gitti.
Tozlu
yollardan kıvrıla kıvrıla çıktı. Şehirden uzaklaştıkça hafifliyordu. Sanki
bulutların üstüne çıkıyordu. Yerçekimi azalıyor gibi hafifliyordu, uçuyordu,
ayakları yerden kesilmese de ruhu özgürleşiyordu. Bağlar bahçeler, tarlalar,
çiçekler, ağaçlarla selamlaşıyordu. Kaybettiğini bulamasa da bulduklarının,
karşılaştıklarının sevinciyle içi rahatlamıştı.
Her
zaman söyleştiği ağacına selam verdi. Konuştular, ağacının gölgesine oturdu.
Sırlarını açtı, dinlediğini biliyordu. Şimdi en çok gereken haslet. Sizi
dinleyecek birisinin olması ne güzel! Samimi,
dost ve sır tutacak, vefalı birisini bulabilmek çok zor. İşte ağacı sır tutan
bir dost idi. Yıllanmış tecrübeler saklıyordu içinde. Ancak yaralı idi.
Birileri tam da kalbine bıçak saplamıştı ağacının. Gözleri yaşardı
ağacının. Başladı konuşmaya ağaç:
“Şu
piknikçiler yok mu, keyiflerince eğlenip, gölgemizde oturup sonra da bizi
yaralıyorlar. Çıra elde etmek için gövdemizi kesiyorlar. Ayakta öldürülüyoruz.
Azar azar kesiyorlar, işkence değil mi? Kimileri ateş yakıyor gölgemizde, sonra
da söndürmeden gidiyorlar. Kaç kez yandık, kaç kez kül olduk! Etrafa çöp
atanlar da ayrı bir dert. Bir de çok bağırıp çığırıyorlar. Orman diye o kadar
gürültü çıkarılır mı? Ormanın da sakinleri var. Her ağaçta bir yuva var. Kimi
kuşlar tedirgin oluyor, yuvasını bırakıp kaçıyor. Kolay mı bir canlının yurdunu
yuvasını bırakıp kaçması? Silah atanlar da tüm canlıları tedirgin ediyor,
korkutuyor. Yeter artık!”
Ah, dertli ağacım, dedi. Güya ben sana derdimi
dökecektim! Benim şikâyetçi olduğum insanlardan sen de şikâyetçisin. Anlıyorum
seni. Belki de en büyük yanılgımız, dünyayı bizim sanmak ve pervasızca hareket
etmek, dedi. Dedi ama ağaç çok üzgündü. Çünkü biricik dostunun gözlerindeki
mahzunluk, yüreğindeki acı belliydi. Yüzünde beliren çizgilerden süzülüp akan
yaşlara karışan sırları süzüp almak, dostunu o dertlerden arındırmak istiyordu
heybetli ağaç. Bunun için birazcık da kendisini ziyarete gelen dostunun konuşturması
gerekiyordu. Konuşturmak istedi de.
Masal ne yapıyor, dedi ağaç. Görüşüyor musunuz? Masal ile uzun süredir görüşemedik. Gökten düşen elmaları yemiştik. Meğerse o elmaları yememek gerekiyormuş, dedi. Evet, artık ne Masal vardı ne elmalar… Oysa buraları, ağaçları, bağları, henüz çiçek açmış asma ağaçlarını, ufukta kızıllaşan güneşi görmüştü. Ruhu gelmişti, gezmişti buralarda. Ne çok sevmişti ama şimdi derinlerde kalmıştı. Heybetli ve yaşlı ağaç kalbiyle dinlediği dostuna içini açtı, gel uyu, dedi. Bir kovuk vardı tam da gövdesinin ortasında. Rüzgâr tatlı tatlı ve serin serin eserken bir ağacın kovuğuna sığınmak huzur veriyordu. Kalbi yaralanan ağacın rüzgârlara karışan şarkılarını dinlerken uyumuştu dostu.