Yanık Yüz
İki yıllık öğretmendim. Ancak baba mesleği olan öğretmenliğime çok güveniyordum. Çünkü hayatım öğretmenlerin içinde geçmişti. Okulda, evde, lojmanda hep birbirinden değerli öğretmenlerimle beraberdim. Onların sohbetlerine katılır, can kulağıyla dinlerdim.
Şevki Hoca doktor olan öğrencisinin kendisini nasıl muayene ettiğini en ince ayrıntısıyla anlatır, Mehmet Hoca üst düzey görevlere gelen öğrencilerini sayar, İhsan Hoca, ‘Hepsi öğretmen oldu.’ diye yakınırdı. Okul içi ve dışında öğrenci-öğretmen ilişkilerine dair çok önemli deneyimlerinden faydalanmıştım öğretmenlerimin. Nitekim daha okulun açıldığı ilk günlerden itibaren en sevilen öğretmenlerden biri olmuştum. Sert mizaçlıydım. Oysa benden daha sert mizaçlı öğretmenler benim gördüğüm ilgiyi ve sevgiyi görmüyorlardı. Çünkü öğrencilerimi seviyordum. Seviyorsanız değer verirsiniz ona göre davranırsınız. Sevilen ve önemsenen insanlarda bunu hissederler. Yani anlayacağınız koca okulda bir öğrenciyi gerçekten üzecek, kıracak en son eğitimci bendim.
Ama bir gün…
Hava çok soğuktu.
Her yer buzlarla kaplıydı.
Üşümüştük.
Ama üşüyen, donan sadece elimiz, ayağımız, yüzümüz değildi. Yüreğimiz de donmuştu sanki. Ölümün tartışılmaz gerçekliği, o belirsiz zamansızlığına rağmen; vakti saati gelince dakikliği ve soğukluğu Sevgi’nin sırasını boş bırakmış, gelip ta yüreğimizin içine oturmuştu.
Sevimli hanım hanımcık bir öğrencimizdi. Çok başarılı bir sporcuydu. İyi bir atletti. Fakat o gün bir yarışmadan okuluna, arkadaşlarına, bizlere dönerken bir trafik kazasında hayatının son koşusunda ölümün ipini göğüslemişti gencecik bedeni.
Sınıf üstüme üstüme gelen dev bir tabut gibiydi sanki.
Ağzımdan dökülen kelimeleri değil duymak, gerçekten ne anlattığımın bile farkında değildim.
Bu matem havası tüm öğrencilerimin üzerine de çökmüştü. Hepimiz bir an önce zilin çalmasını, belki bir köşede gizlice ağlamayı, dua etmeyi belki bir noktaya takılıp saatlerce sessiz kalmayı, bir an önce sınıftan çıkmayı istiyorduk. Bir an ölüm sessizliği çökmüş sınıfta benim karanlık bir merdivenden düşercesine paldır küldür sarf ettiğim kelimelerin dışında bir uğultu, bir ses duydum. Bu ses Sevgi’nin hemen arkasında oturan, yüzünün sağ tarafı doğuştan yanık izi gibi olan buna rağmen yüzü asla çirkin olmayan, hele sol taraftan bakınca son derece yakışıklı ve parlak bir yüze sahip olan bu öğrencimden geliyordu. O sınıfta en sevdiğim öğrenciydi. İşin ilginç yanı; genelde konuşmayan, tüm varlığı silüetinden ve yoklama alınırken buradayım demesinden anlaşılan öğrenci, bugün konuşuyordu. Anlamsız sözler mırıldanıyor, hiç bilinmeyen bir ilâhi okur gibi sallanıyor ve sürekli konuşuyordu. “Sevgi ile çok yakındılar” diye düşünerek kendi haline bıraktım. Zilin çalmasıyla kendimizi dışarı attık. İkinci ders inanmışlığın verdiği kabullenişle biraz daha toparlanmış olarak sınıftaydık. Ama öğrencim ders anlatmaya fırsat vermiyordu. Akıl almaz sorular soruyor, dersi bölmek için elinden geleni yapıyordu. Ben sabrediyor, susuyordum. Ancak bu davranışım daha fazla gürültü yapmasına zemin hazırlıyordu. Anlaşılan susmamı istemiyor, onu cezalandırmamı istiyordu. Bu iş iki hafta sürdü. İkinci haftanın son dersiydi. Sevgi’nin sınıfına girdim. Sırasındaki güllerin, karanfillerin kokusu kışın ortasında değil de bahar mevsiminde bir çiçek bahçesindeymiş gibi güzel kokular saçıyordu etrafa. Onun dışında tüm öğrencilerim ayaktaydı. Görmemezlikten geldim “oturun” derken. Fakat üzülmüştüm. Bir çok öğrencim de onun kalkmadığını görmüştü. Dersin ortalarına doğru tekrar konuşmaya, arkadaşlarına sataşmaya başladı.
Ön sırada oturan bir ayağı protezli Zülfikar dayanamayıp: _ Yeter be yeter! dedi. “Dövelim mi sövelim mi ne istiyorsun? İki haftadır yapmadığın terbiyesizlik kalmadı. Ne bize ne öğretmenine saygın kalmamış!” diyerek tepkisini dile getirdi. Bana dönerek “Özür dilerim öğretmenim” dedi, daha laf ağzındayken arkadan onun sesi duyuldu.
-Sen mi beni döveceksin?
Devamını söylememişti ama duruşundan yüz ifadesinden aşağılar gibi bakışından “topal” dediğini herkes anlamıştı. Zülfikar hiddetle yerinden kalkmış ama ezik bir şekilde ve üzerine dağlar yıkılmış gibi sırasına adeta yığılıvermişti. -Ben döverim, yanık yüz ben, dediğimde artık namludan çıkmış kurşun gibi geri dönüşü olmayan bir sözün hiç olmaması gereken sahibi olmuştum.
O susmuştu.
İki haftadan sonra ilk kez susmuştu.
İstediğini başarmış insanların hoşnut ifadesi vardı yüzünde.
Yıllar boyu beni kahredecek iki kelime onu üzmemişti sanki. Benimse başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Utançtan kıpkırmızı olduğumu hissedebiliyordum. Koca sınıfın içerisinde, arkadaşlarının arasında belki çocukken mahalle arasında oyun oynadığı çocukların bile söylemediği bir sözü; bir öğretmen olarak, ben söylemiştim. Her fırsatta “Ustamız Allah’tır, kimsenin kusurlarıyla dalga geçmeyin, kimin başına ne geleceğini kimse bilemez. Bugün kolları olanın yarın hiç kolu olmayabilir” diyen ben, o sözü söylemiştim. Aklıma lisede öğrenciyken müdürümüzün “Üç kulaklı” sözü geliyordu. Açıklaması da şuydu”. “Kimseye lakap takmayın kötü söz söylemeyin. Eğer kızar da söylerseniz; onlarda olmayan özellikleri söyleyin iki kulaklı birine “üç kulaklı” derseniz onda olmayan bu özellikten kırılmaz, hatta bu latife olur gülerler.” “Oysa ben söylemiştim.”
“Yanık yüz”!
Bu iki kelime kafamın içinde bomboş bir odada birbirine çarpan iki çan gibi zonkluyor, yankılanıp çok uzaklara gidiyor sonra korkunç bir hızla geri gelip kulaklarıma çarpıyordu. Öğrencilerimin yüzlerine bakıyor, “ağzımdan kaçtı, istemeden söyledim” diyecek oluyorum ama onların da yüz ifadesi kelimesi kelimesine şunu söylüyordu:
“Zülfikar’a bal gibi “topal” demek istedi hatta vücut diliyle bunu söyledi de. O yüzden hak etti hocam.”
Sınıfın orta yerinde öylece kalakalmıştım. Onun yanık yüzüne bakıyor, hak etse bile onu bu şekilde kırdığım için içimde yıllar sonra bile bu satırları yazarken hissettiğim acıyı duyuyorum. Ve bir daha asla! Asla! diye söz veriyorum kendime.
Yerinden kalktı.
Kitaplarını, defterlerini usulca topladı.
Sevgi’nin sırasındaki gülleri, karanfilleri tek tek özene özene topladı.
Önünü ilikledi.
Çiçekleri kitaplarının üstüne bırakıp iki elini göğsünün üstünde sımsıkı birleştirdi. Yanıma yürüdü. Tek tek tüm sınıfın yüzlerine baktı. Sonra bana döndü.
Kısa fakat manasını halen anlamadığım bir bakış fırlattı. Kapıyı açtı, çıkıp gitti.
Bir daha da okula gelmedi.
(Teşekkürler Murat Alan öğretmen. Eğitim Bir Sen Yayınları-Son Mahnı)