Yangınlar, Medeniyetler Savaşı mı?
Samuel P. Huntington 1993’te yayınladığı meşhur “Medeniyetler Çatışması mı?” isimli makalesinde “Soğuk Savaş”ın bittiğini ancak “savaş”ın bitmediğini, “Ezeli Savaş”ın süreceğini, yeniden alevleneceğini vurgulamıştı.
“Ezeli savaş”ları “İslam”laydı.
Huntington;
“Batı ile İslam arasındaki askeri
etkileşimin zeval bulması ihtimali yoktur” diyordu ve “Batı”nın, “İslam”la kanlı hudutlara sahip olduğunu
söylüyordu.
Yine
Huntington;
NATO ile Varşova Paktı
arasındaki “Demir Perde”nin aslında “Kadife Perde” olduğunu, asıl “Demir Perde”nin, “Batı” ile “İslam” arasında olduğunu katiyetle ifade ediyordu. “Batı”nın
bundan sonra karşılaşacağı “meydan okuma”nın
“İslam”dan geleceğini söylüyordu.
Komünizmin
çöküşü, aslında liberalizmin çöküşünün de habercisiydi.
Huntington’un
tezi, bizim laikçi kesimlerde şok ve şaşkınlığa sebep oldu.
“İslam” nasıl meydan okurdu?
Hani
dinler bitmişti?
“Batı” kendilerine böyle öğretmemiş miydi?
Laikçi kesimlere göre “din”ler miadlarını tamamlamışlardı. Çağdaş dünyada
dinlerin yeri yoktu. Din, az gelişmiş insanlara aitti.
Aydınlanmanın karanlık yüzü “sekülerizm”,
insanın aşırı yüceltildiği, tarihe, geleneğe, Allah’a jakoben bir saldırıydı ve
“Modern Dünya”da “sekülerizm karşıtlığı”, “sekülerizm”
kadar önemli yere sahipti.
Aydınlanma düşünürleri ve onların günümüz mirasçıları
olan laikçiler, din konusunda
toplumlarda mutasyona benzeyen bir
şeyler umuyorlardı. Ama bugüne kadar
böyle bir şey olmadı ve olması da mümkün gözükmüyor. Aksine dinler güç tazeliyor.
Saldırgan
laikçilerin bir türlü anlamadıkları ve akıl erdiremedikleri “sekülerleşme” ile “modernleşme”nin aynı şey
olmadığıydı.
Öldü
sandıkları “İslam” nasıl olmuş da üstelik
“küresel bir güç” olarak karşılarına
dikilivermişti?
Havarisi
oldukları Huntington, “İslam”a nasıl
böyle bir rol verirdi?
Afalladılar.
Bu
“Siyasal laikliğin iflası” idi.
Zihin
şımarıklığı yapan Huntington, “Hıristiyan
DEAŞ”ı “Evangelik”lerin sesiydi ve “İslam”a
savaş ilan ediyordu.
Huntington,
tezinde Türkiye’ye özel yer ayırmıştı. Türkiye için; “Mekke’yi reddettikten ve Brüksel tarafından da reddedildikten sonra
nereye bakabilir?” sorusunu soruyordu.
“Epeydir, Türkiye’nin seçkinleri,
Türkiye’yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken, Batı’nın seçkinleriyse,
Türkiye’nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyorlardı” diyordu” .
“Batı” ve Laikçiler uzun süre Türkiye’yi bir “uydu” olarak kalmaya zorladılar, ancak bunda muvaffak olamadılar.
Türkiye, tarihi olarak ve de facto, ”İslam”ın
“kalbi ve beyni”ydi.
Türkiye’nin
kalbi ve beyni ise “Derin Anadolu”ydu.
“Derin Anadolu”nun “Haçlılar”la
savaşı ezeliydi.
“Kadim Savaş” aslında Habil
ve Kabil’le başlamış, insanlık tarihi
boyunca İbrahim ile Nemrut, Musa ile Firavun, Ad ile Hud, Semud ile Salih, Lut ve Nuh ile kavimleri, Hz. Muhammed
(sav) ile Mekkeliler, sonra da İslam
ile karşıtları arasında sürüp
gelmişti, bitme ihtimali de yoktu. Kıyamete kadar sürecekti.
Bu
“Hak” ile “Batıl”ın mücadelesiydi.
“Kadim Savaş”ın sancağı, Araplardan
sonra Selçukilere ve Osmanlılara geçti.
O
sancağın ruhu “Derin Anadolu”da mahfuz
ve mündemiçdi.
Bir
ara yönü zorla Frankfurt, Washington, Brüksel’e çevrilen Türkiye, yüzünü tekrar
Bakü, Buhara, Taşkent’e döndürdü, bu özellikle “Evangelikler”i çıldırttı.
Türkiye bunun için yakılıyor, yanıyor.
Fakat,
“Kaderi İlahi” tecelli ediyor
Yangınlar
muhtemeldir ki, “Derin Anadolu”nun
kılıcına su veriyor.
Ve mekeru ve mekerallah...