Yakının uzaklığı
Yakınlık deyince ilk akla gelen dostluk oluyor. Çünkü her yakınlığın içinde ne kadar dostluk varsa o yakınlık daha essah bir yakınlık olmuş oluyor.
Sanıyoruz ki annemizle veya babamızla dost olamayız. Çünkü zaten o bizim annemiz, babamız. Veya eşimizle, dost olamayız. İsterdik aslında dost olmayı… Fakat ne yazık ki ondan önce eş olduk. Çocuğumuzla da aynı durum. O bizim çocuğumuz.
Dostluk daha uzak bir yakınlık mıdır, kan veya ön bağlarından?
İlk yakınlarımızla dost olamayacağımızı kim uydurdu? O yakınlıklarımızın içinde dostluğun olmasına lüzum olmadığını…
Bana kalırsa bu yanılgı daha en yakınlarımızda ister istemez bir uzaklaşma, bir mesafeyi örüyor. Çünkü dostluğun üzerine kurulduğu saygı, diğer ilişki biçimlerinde sevgi karşısında ezilebiliyor, ötelenebiliyor. Gereksiz ve bir uzaklık belirtisi gibi algılanabiliyor. Bir süre sonra o sevgiler, samimiyetin getirdiği üst üste teklifsizliklerle saygısızlaşıyor. Sevgi; iki de bir kalbi ve incelikleri paylayan had bilmez bir şımarık olup çıkıyor. Bu hal giderek tarafların şahsiyetlerine yönelik birer gizli saldırıya dönüştüğünde, başlangıçta dostluk kurmak için ideal zemin olan yakınlıklar, sonradan sonraya dostluk ne ki, birer gizli düşmanlığa dönüşebiliyor.
Severken dövmek böyle bir şey olmalı. Seve seve öldürmek…
Halbuki bütün yakınlıklarımızın içinde illa dostluk olabilir.
İnsan kelimesinin, ünsiyet kelimesinden türetildiğini hatırlayalım. Yani hepimizin göbek adı “yakınlık” anlamındadır. Her şeyle yakınlık kurabiliriz. Bir duvarla bile. Bir pispasla olduğu kadar olmasa da… Bir “gülle, sümbül”le değil, bir çimenle, bir taşla da yakınlık kurabiliriz. Sevdamızın illa bir karşılığı vardır. Cansızlar da canlıyken ve bizim anlam yükleyerek değer vermemiz, bir anlamda şeylere ruh/umuzdan üflemek gibiyken…
Çünkü biz, diğeriyle var oluşumuzu yudumlarız. Diğerimiz olmasa biz yok sayılırız. Bu; diğere dayanmak veya bağımlılık anlamına gelmez. Çünkü diğerimiz de aşağı yukarı bizimle aynı şartlardadır. Dolayısıyla karşılıklı birbirimizin dayanağıyızdır.
Aslında bütün mesele birlikte var olmaktır. Var oluşun emeğini, bir ekmeği bölüşür gibi paylaşmak. Çünkü emek; kalbin ekmeğidir.
Ekmeğin hayattan itildiği bir zaman diliminde ekmek yerine ne deseydik, diye geçiyor içimden. Duymamış gibi yapıyorum.
Birlikte var olmak derken; bu birliktelik kaç kişiden oluşursa oluşsun en önce Varlık kaynağına yaslanırsa yalnızca var olmakla kalmaz, yok olup gitmemeyi de sağlama almış olur. Birlik içinde olan her bir kişinin, kendi içinde kurduğu ilk birlik; Allah ile kurulan bir birlikteliktir.
Mesela, Allah ile kurduğumuz o yalnız ve aslında muhteşem kalabalık, muhteşem neşeli o dostlukta birincisi Allah olan iki dostuzdur. Yani bu dostluk bağında ikinci kişi benim veya işte sizsiniz.
Ya da bir dostunuzlasınız. Üçsünüz bu defa… Bu durumda birincisi Allah olan iki kişisiniz. Yani üçüncüsü siz veya işte ben… Sona kendimizi koymam hürmetten…
Aslında bütün bunlar, Hz. Peygamber (as) ile Hz. Ebu Bekir’in özgürlük göçünde yaşadıkları yalnızlıktaki dostluklarını anlatan: “Üçüncüsü Allah olan iki kişi” tabirinden esinlenmedir. Sadece Allah’ı ilk sıraya almak suretiyle yaptığım değişikliği takdir edersiniz.
Haddi zatında bütün hayat daha özgür bir dünyaya yaklaşmak ve varıp gitmenin hikâyesi değil mi…