Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (94)
Gencliğinden beri ABD’nin infirâdcılık siyâsetine (isolationnisme) hep muhâlefe etmiş olan Lippmman, bekleneceği üzere, ABD’nin 2. Cihân Harbi’ne girmesini harâretle destekledi; böylece, bir def’a daha, 1933’te Hitler iktidâra gelir gelmez Nazi Almanya’sına harb îlân etmiş Beynelmilel Siyonizmin saflarında yer aldı. Zâten onu, esâs îtibâriyle, mensûb olduğu Cemâatin ve güzîdeci Cem’iyetin bir sözcüsü olarak değerlendirmek lâzımdır.
Lippmann,
1919 yazında Amerika’ya döndü ve Pâris Sulh Konferansı’nda Almanya hakkında
siyâsî-iktisâdî mâhiyette pek ağır hükümler ihtivâ eden, bu cihetle Almanya’yı
isyâna ve nihâyetinde yeni bir harbe sürüklemesi muhtemel Versay Muâhedesi
sebebiyle bu Muâhede (ve dolaylı olarak, 28 Nisan 1919’da kabûl edilip ona zeyl
olarak dâhil edilen Cem’iyet-i Akvâm Mîsâkı) aleyhinde kampanya yürüttü; netîce
olarak, Versay Muâhedesi ABD tarafından tasdîk edilmedi. (https://www.firstworldwar.com/bio/lippmann.htm; 5.10.2024)
1920’de New Republic
mecmûasından ayrılarak The New York World
gazetesine geçti; 1929’da bu gazetenin Başmuharriri oldu. 1931’de The New York World kapanınca, The New York Herald Tribune gazetesinde
yazmıya başladı. Buradaki muharrirliği, “Today and Tomorrow (Bugün ve Yarın)”
sütûnunda otuz sene devâm etti. Sonrasında, yüksek tirajlı haftalık Newsweek mecmûasında yazdı. Her
makâlesi, hemen neşrini müteâkib, yüzlerce Amerikan gazetesi tarafından iktibâs
edilmekte ve 1968’de, 15 milyondan fazla Amerikan okuruna ulaşmaktaydı. (B.
Bourbage, J. Cazemajou, A. Kaspi, Presse,
radio et télévision aux États-Unis, Paris: Armand Colin, 1972, p. 43)
Bu gazete ve mecmûalara ilâveten, CFR’a bağlı bir teşekkül
olan Foreign Policy Association’un nâşiriefkârları Intercom ve Foreign Policy
Association Bulletin’de de makâleler neşrediyordu. (Jacques Bordiot,
“Walter Lippmann”, Lectures Françaises,
Pâris, févrirer 1975, No 214, pp. 31-34)
15 münteşir eserin müellifi olan Lippmann’ın hâssaten Public Opinion (Efkârıumûmiye) ve The Phantom Public (Hayâlet Halk)
ünvânlı eserleri haberleşme, gazetecilik ve beşerî münâsebetler sâhalarıyle
alâkalıdır.
Bunlardan birincisinde müdâfaa ettiği noktainazara göre,
idârî mevkideki güzîdeler, çok def’a aklıselîmle düşünemiyen, kıt mâlûmâtlı ve
lâkayd tavırlı halk veyâ efkârıumûmiyenin, kendilerinin umûmî maslahatı gözeten
karârlarının doğruluğunu anlamasını ve onlara iknâ olmasını sağlıyacak şekilde
propoganda yapmalı, dîğer tâbirle, efkârıumûmiyeyi kendileri şekillendirmelidir.
O, buna, “îmâl edilmiş rızâ” veyâ “rızânın îmâli (manufacture of consent)” diyor. (Mezkûr Fransızca Wikipedia, “Lippmann” maddesi)
Lippmann’ın bu güzîdeci anlayışı, cumhûrî (démocratique) telakkîyle nasıl têlîf
edilebilir? Çünki bu yaklaşımla, iktidâr zümresine, elindeki büyük imkânlarla,
doğru olduğunu iddiâ ettiği karârlara (ki her iktidâr bu iddiâdadır) halkı
şartlandırma hakkı tanınmaktadır; böylece, tâkîb edilen siyâsetlerde “halkın
irâdesi” değil, “halkın irâdesi”ni keyfince şekillendiren (manipüle eden)
iktidâr söz sâhibi oluyor… Hâlbuki iktidâr zümresinin, halkın temsîlcisi,
vekîli olması ve kendisine verilen vekâlet hudûdları dâhilinde icrâât yapması
lâzım gelirdi… Bu telakkînin aksine, “cumhûrî propaganda”, kendi kanâatlerini
efkârıumûmiyeye dayatmayıp, mümkün mertebe objektif, sahîh bilgilerle onu
aydınlatmakla yetinen, nihâî tercîh ve karârı ona bırakan propagandadır; dîğer
tâbirle, ahlâkî propagandadır. Muhakkak ki İlmî Zihniyeti ve Cihânşümûl Ahlâkî
Umdeleri benimsememiş siyâsetciler “cumhûrî siyâsetler” istihsâl ve tâkîb
edemezler; aynen bunun gibi, bu vasıflar kendinde kökleşmemiş bir cem’iyette,
Cumhûrî Nizâm serpilip gelişemez…
Mâmâfih, Lippmann’ın mensûb olduğu güzîde ve güzîdeci zümre
nazar-ı dikkate alındığında, onun “rızânın îmâli” gibi cumhûrî felsefeye
mugâyir bir anlayışı müdâfaa etmesi yadırganmıyor…
Gencliğinden beri ABD’nin infirâdcılık siyâsetine (isolationnisme) hep muhâlefe etmiş olan
Lippmman, bekleneceği üzere, ABD’nin 2. Cihân Harbi’ne girmesini harâretle
destekledi; böylece, bir def’a daha, 1933’te Hitler iktidâra gelir gelmez Nazi
Almanya’sına harb îlân etmiş Beynelmilel Siyonizmin saflarında yer aldı. Zâten
onu, esâs îtibâriyle, mensûb olduğu Cemâatin ve güzîdeci Cem’iyetin bir sözcüsü
olarak değerlendirmek lâzımdır.
Ermeni tehcîri meşrû değil miydi?
Michael Petrou’nun Lippmann hakkındaki makâlesinde zikrettiğine nazaran, Amerika’nın 2. Cihân Harbi’ne girmesinden az sonra, Lippmann, Japon asıllı Amerikan vatandaşlarını kasdederek, Pasifik sâhillerindeki “yabancı düşmanlar veyâ daha açıkçası beşinci kol mes’elesi” hakkında bir makâle neşrediyor. Makâlesinde, askerî mes’ûllere hitâb ederek, Amerika’nın her ân, müştereken hem dâhilden, hem hâricden yürütülecek büyük bir taarruz tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu ifâde ediyor, âcilen tedbîr alınmasını istiyordu. Onun efkârıumûmiye üzerinde büyük têsîr icrâ eden bu makâlesi üzerine, Cumhûr Reîsi Franklin D. Roosevelt, askerî makâmlara, bir emniyet tedbîri olarak, Pasifik sâhillerinde yaşayıp da tehlike arzettiklerini düşündükleri herkesi oralardan uzaklaştırma salâhiyeti veriyor. Askerî makâmlar, bu salâhiyete istinâden, hemen Japon asıllı bütün Amerikalıları o sâhil mıntıkalarından uzaklaştırma harekâtını başlatıyor, onlara mal-mülklerini satıp bagajlarını yapmak için sâdece 48 sâat mühlet veriyor ve bu sûretle 100 bin kadar Japon asıllı vatandaşlarını temerküz kamplarına hapsediyorlar. Bunlar, Harb devresini böyle dikenli teller arkasında geçiriyor… (Michael Petrou, “Re-examining Lippmann’s Legacy”, Nieman, summer 2018; https://nieman.harvard.edu/articles/re-examining-lippmanns-legacy/; 6.8.2024)
ABD’nin, 2. Cihân Harbi’nde, emniyet esbâbımûcibesiyle
Pasifik sâhil mıntıkalarında yaşıyan Japon asıllı vatandaşlarını tehcîre tâbi
tutarak temerküz kamplarına hapsetmesi, bize, Osmanlı Hükûmetinin 1. Cihân
Harbi esnâsında (1915) Şark vilâyetlerimizde meskûn bulunan Ermenileri tehcîre
tâbi tutarak Sûriye ve Lübnan’a sevketmesi hâdisesini hatırlatıyor. (Mâmâfih,
tehcîre tâbi tutulan Ermeniler, temerküz kamplarına hapsedilmediler.) Tehcîr,
çok ağır harb şartlarında yapıldığı ve bu arada konvoylar eşkıyânın
tecâvüzlerine mârûz kaldığı için, pek çok Ermeni hayâtını kaybetti.
Osmanlı Hükûmeti, neden tehcîr tedbîrine mürâcaat etmek
mecbûriyetinde kalmıştı? Çünki bilhassa Şark vilâyetlerinde Şoven Ermenilerin
muazzam ihânetiyle karşı karşıya kalmıştı. Şoven Ermeniler, Osmanlı Ordusunu
arkadan vuruyor ve düşmanın beşinci kolunu teşkîl ediyorlardı. Ayrıca, Garbî
Ermenistan Devleti hayâliyle, az-çok kalabalık bulundukları yerlerde
(“Vilâyât-ı Sitte”), Müslüman halka jenosid yaparak o topraklarda ekseriyeti
sağlamıya çalışıyorlardı. Araştırmacılar, bu sûretle, Şoven Ermeniler
tarafından irtikâb edilen Müslüman (Türk-Kürd) jenosidinin kurbanlarının
sayısını bir milyon olarak tahmîn etmektedir. Yakın zamânlara kadar, hâlâ Şarkî
Anadolu’da yeni toplu mezarlar keşfediliyordu. Mezarlardaki cesedler
incelenince, bu mâsûm insanların büyük bir kısmının işkencelerle öldürüldüğü
anlaşılıyor.
Şoven Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne ihânet ederek Harbin
başından îtibâren Îtilâfçı saflarda Müslümanlara karşı savaştıkları, bugün
inkârı gayr-i kâbil bir vâkıadır. Elimizde Şoven Ermenilerin bu ihânetleriyle
iftihâr ettiklerine ve bu ihânetlerine istinâden Îtilâfçılardan Şarkî
Anadolu’da geniş topraklar talebinde bulunduklarına dâir birçok vesîka
bulunuyor. Meselâ Şoven Ermeni Lideri, 1919 Pâris Sulh Konferansı’nda Ermeni
Murahhas Hey’etinin Reîsi Boğos Nubar
Paşa’nın Pâris’de intişâr eden 26 Şubat 1919 târihli Le Matin gazetesinin birinci sayfasındaki geniş makâlesi gibi:
“Ermeniler, Türk boyunduruğunu atarak, müstakil bir Devlet
kurmak istiyorlar… Müttefîklerin dâvâsı için savaşıp acı çekdikleri için,
onlardan yardım ve himâye taleb ediyorlar… (Hors
du joug turc, les Arméniens voudraient fonder un État indépendant… Ayant
souffert et combatu pour la cause des alliés, ils demandent à ceux-ci aide et
protection…)” (Makâlesinin başlığı böyledir…)
Sâdece 1919 Pâris Sulh Konferansı’nda Woodrow Wilson ve
Siyonist avenesinin tesbît ettiği “Garbî Ermenistan Cumhûriyeti” haritası dahi
bu vâkıayı anlamıya kâfîdir. (O haritanın orijinalinin fotoğrafını yukarıda iktibâs
etmiş bulunuyoruz.) Kaldı ki onlar, Anadolu’nun yarısını taleb ediyorlardı ve
taleb etmekte berdevâmdırlar! Kukla Yunan Ordusu İzmir’i terkederken bu güzel
şehri yakanlar da onlardı. Hakîkaten, Anadolu’daki cinâyetlerinin haddi hesâbı
yoktur!
Vâkıa böyleyken, (Henry Morghenthau’dan başlıyarak)
Beynelmilel Siyonizmin, ABD’nin, AB’nin, Şoven Ermenilerin Türklerin “Ermeni
jenosidi” irtikâb ettikleri iddiâsı, iftirâdan ibârettir.
Üstelik, çok büyük nankörlük yapmışlardır. Onlar, Bizans
zulmü altında ezilirken, Selçuklu Türkleri onları bu zulümden kurtarmış ve bu
topraklarda hür yaşamalarına imkân vermiştir. Selçuklu veyâ Osmanlı, isteseydi,
fethettikleri yerlerde bir tek Gayr-i Müslim bırakmazdı; lâkin İlâhî Hukûk
böyle bir cinâyete müsâade etmediğinden, bunu akıllarına bile getirmemişlerdir.
Heyhât ki Müslüman müsâmaha ve himâyesi altında yaşıyan o halklar, 19. asırda,
Emperyalistlerin kışkırtmalarına kanarak, şu veyâ bu beldede büyük nüfûsa sâhib
oldukları için oralarda müstakil Devlet kurma hakkı taleb etmişlerdir. Hâlbuki
bütün fethedilmiş memleketlerde Osmanlı’nın târihî hakları vardı ve buralarda
nüfûsu ileri sürerek müstakil toprak iddiâsında bulunmak büyük bir hakkâniyetsizlik,
bir nankörlük idi. (Evet, hakîkî mânâda “târihî hak” budur; yoksa Siyonistlerin
Filistin toprakları hakkındaki iddiâları değil!)
Velhâsıl, Siyonist Amerika, sâdece bir sûizann üzerine, 100
bin Japon vatandaşını apar topar temerküz kamplarına hapsediyor ve bu, mes’ele
yapılmıyorsa, Ordumuza, Milletimize açıkça ihânet etmiş, büyük bir jenosid
hareketine girişmiş, düşmanın beşinci kolu olarak faâliyet göstermiş Şoven
Ermenilerin, şerlerine mâni olmak için tehcîre tâbi tutulması haydi haydi bir
haktır! Üstelik Şoven Ermeniler, bugün de, o cinâyetleriyle hayâsızca iftihâr
ediyor ve yeni cinâyetler için fırsat kolluyorlar!
İnsanlık düşmanı Emperyalistler, Ermenilerle aramıza fitne
sokuncıya, yânî 19. asrın ortalarına kadar, onlarla dostâne münâsebetler
içindeydik ve birbirimizle pek çok kaynaşmıştık. Müslümanlar onların
kültüründen, onlar da Müslüman kültüründen müteessir olmuşlardı. Pek çoğu,
selis Türkce konuşuyor ve Türkce türküler yakıyordu. Aynı şehir veyâ köylerde,
aynı mahallelerde yan yana, iç içe yaşıyor, berâber seviniyor, berâber üzülüyorduk.
Ayrıca, Ermeni münevverlerinin, birçok sâhada Türk-Osmanlı kültürünün
gelişmesine hizmetleri dokunuyordu. Bunun için onları seviyor, sayıyor ve
onlara “Millet-i Sâdıka” diyorduk. Bu kanâatle, Osmanlı Hükûmeti de, onları en
yüksek mevkilerde istihdâm etmekde beis görmüyordu. Heyhât ki Ermenilerin büyük
bir kısmı, yamyam rûhlu, şeytân fikirli Emperyalistlerin telkînlerine aldanarak
şoven hislere kapıldılar, nankörlüğe saptılar ve ayrılık dâvâsı güderek dünki
can dostlarını yok etmiye yeltendiler! Aramızı açan müfsidlere lânet olsun!
İnşâallâh Ermeni Milleti bir gün hakîkati anlar da aramızda tekrâr dostluk ve
yardımlaşma hüküm sürer!