Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (89)
İşgâl Kuvvetleri,
Yunanistan’ın Trakya ve İstanbul’u işgâline mâni oldular
Artık
iyice mâneviyâtı bozulmuş, nihâî hezîmetin kaçınılmaz olduğunu anlamıya
başlamış Yunan Ordusu, Kuvâyımilliye cephesinin “Büyük Taarruz”u evvelinde, o
“elîm Anadolu mâcerâsı”nı hiç olmazsa asgarî zarârla kapama niyetiyle, Trakya
ve İstanbul’u zaptetmek için bir teşebbüste bulunuyor… Karşısına dikilenler,
Türkler değil, İtilâfçılardır! Sonuna kadar piyon olarak kullanılmıya devâm
eden Yunanistan, bu sefer de ağır bir mağlûbiyete uğruyor ve teşebbüsü için
Anadolu’dan çekdiği iki fırkası sebebiyle, oradaki kuvvetlerini daha da
zayıflattığı için, Kuvâyımilliye’nin “Büyük Taarruz”u karşısında topyekûn
hezîmetine zemîni, kendi elleriyle hazırlamış oluyor…
İngiliz
târihçisi Lord Kinross’un kaleminden okuyoruz:
“Ankara’yı
ele geçirme planları boşa çıkmış olan Constantine’le Gounaris şimdi gözlerini
İstanbul’a dikmişlerdi. Anadolu’dan acele ile iki tümen çekerek Marmara’nın
öbür kıyısına, Trakya’ya geçirdiler. Oradaki kuvvetlerini böylece çoğalttıktan
sonra, Çatalca hattını tehdit ederek, İstanbul’a girmek için Müttefiklerden
müsaade istediler. Bu tehditlerle Müttefikler üzerinde bir baskı yapmayı
umuyorlardı.
“Müttefiklere
gelince, onlar da anlaşmazlığı kendi lehlerine çözümlemek, ya da, hiç olmazsa
görünüşü kurtarmak için, bu sefer Venedik’te, yine barış görüşmelerine
girişmeyi düşünüyorlardı. İstanbul’daki kuvvetleri öylesine azalmıştı ki
buradaki Müttefik birlikleri, bir sandviçin içindeki reçele benzetiliyordu. İki
yanlarında iki koca dilim ekmek, Türkler ve Yunanlılar vardı. Şehri ele
geçirmek işten bile değildi. Böyle bir hareket, Yunanistan’da Constantine’in
sarsılmış olan prestijini sağlamlaştıracak, ordunun kendine güvenini
canlandıracak, pazarlığa girişmek için iyi bir başlangıç noktası olacaktı.
“Churchill
daha sonra durumu incelerken şöyle der: Belki de Müttefikler izin verip
Yunanlılar İstanbul’u geçici olarak işgal etselerdi, Yunan ordularının
Anadolu’dan kaçışı şerefli bir barış görüşmesi biçimine sokulabilir ve bu da
daha az acıklı olurdu… Müttefiklere karşı en azından söylenecek şey şudur:
Yunanlılar’a askerî hareketlerinde yardımcı olmasalar bile, hiç olmazsa onları
engellemekten kaçınmaları gerekirdi. Yok, birtakım genel düşüncelerle böyle
davranmak zorunda kalmışlarsa, o zaman da yapacakları şey, Yunanlılar’ın
gemilerine binip çekilmelerine gerçekten ve düpedüz yardım etmekti.
“Böylece,
on yıl önce Balkan Harplerinde olduğu gibi, İstanbul’da gözler yine Çatalca
hattına çevrilmişti. Harington, bu hattın savunmasıyle bir Fransız generalini
görevlendirdi. Generalin emrindeki Fransız ve İngiliz birlikleri hemen siper
kazmaya koyuldular. Kendi sorumluluğu altında bir bildiri yayınlayarak, işgal
kuvvetlerine karşı girişilecek bir saldırıya iki devletin ortaklaşa karşı
koyacaklarını açıkladı. Rumbold iznini yarıda bırakarak İstanbul’a koştu.
Bildiri, İngiliz Elçiliğinde yapılan bir toplantıda da onaylandı. İngiliz savaş
gemileri Marmara’da bir gösteri yaptılar. Yunanlılar biraz geri çekildi. Lâkin
bir yandan da yığınak yapmaya devam ediyorlardı. Lloyd George İstanbul’da
alınan karara katılmıştı. Yunanlılar bunun üzerine, Müttefiklerin izni olmadan
daha fazla ilerlememeyi kabul ettiler. İngiliz savaş gemileri, yıllık kürek
yarışlarını düzenlemek gibi daha barışçı eğlencelerle uğraşmaya giriştiler.
Yunanlılar son şanslarını da elden kaçırmışlar; bu arada, bir ihtimal uğruna,
Anadolu’daki savunmalarını da zayıflatmışlardı.
Siyonist
işbirlikcisi Lloyd George, Yunan piyonuyle bir def’a daha nasıl oynadı?
“Bununla
beraber Lloyd George, o bir türlü vazgeçemediği Yunan-severliği [???] ile
onlara bir umut ışığı daha göstermeye kalktı. Times’ın bildirdiği gibi, Avam Kamarasındaki yorucu bir celsenin
sonunda öyle bir demeç verdi ki bunun iki taraf için de bir tek anlamı vardı:
Yunanlılar’ı yeniden kuvvete başvurarak bir sonuç aramaya kışkırtmak. Başbakan,
Yunan ordusunun giriştiği korkusuz ve cüretli askerî harekâttaki kahramanlığı övecek
kadar ileri gitti. Yunanlılar, ‘aşılmaz geçitler arasından geçerek memleketin
içlerine doğru yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalmışlardı. Askerî
üstünlüklerini her düzenli çatışmada göstermişlerdi. Sadece, arazinin bünyesi
ve ulaştırma hatlarının uzunluğu yüzünden yenilgiye uğramışlardı ki Avrupa’da
onlardan başka hiç bir ordu böyle riskli bir işe girişmeyi göze bile alamazdı.’
“Sonra,
sözlerinin üzerine basarak şöyle dedi: ‘Kemalistler barışı kabul
etmeyeceklerdir. Zira kendilerine işlerine gelen şekilde bir mütareke
vermediğimizi ileri sürmektedirler. Fakat biz de, Yunanlılar’ı bütün güçleriyle
savaşmaktan alıkoyuyoruz. Kemalistler, halkı son on, on iki yıldan beri
birbirini kovalayan savaşlar yüzünden silah altında bulanan ve kaynakları da
sınırlı olan bu küçük memleketi yorarak çökerteceklerini umuyorlar. Bu işin
böylece sürüncemede kalmasına göz yumamayız.’
“Bu demeç
Yunanistan’da büyük sevinçle karşılandı. Gazeteler, en övücü pasajlarını
yayınladılar. Yunan ordusunun günlük emrine nutuktan alınmış parçalar konuldu.
Askerler yeniden umuda kapıldılar. Anlaşılan İngilizler, son dakikada
yardımlarına koşacak, düşmanı yenmelerini sağlayacaklardı. İstanbul’a yürüme
manevrası boşa gitmemişti demek. Bunun üzerine, barış lafları yine unutuldu.
“Bütün bu olaylar
Mustafa Kemal’in planına uygun düşüyordu. Yunanlılar’ın Trakya’ya asker
geçirdiklerini duyar duymaz taarruza girişeceği zamanı kararlaştırdı. Zira
böylece Anadolu’daki Türk ve Yunan kuvvetleri denk duruma gelmiş oluyorlardı.
Saldırının tam sırasıydı. Dahiliye Vekili olan Fethi Beyi [Ali Fethi Okyar’ı]
Roma, Paris ve Londra’ya gönderdi. Fethi Bey buralarda ya hâlâ Yunanlılar’ın
Anadolu’dan çekilmesini şart koşan bir barış tasarısı üzerinde görüşmeler
yapacak, ya da zaferi izleyecek olan barış için temsilcilik görevini
yüklenecekti. Mustafa Kemal, bundan sonra Garp Cephesine, Akşehir’deki Genel
karargâhına gitti.” (Lord Kinross 1966: I/468-471)
Mustafa Kemâl’in
“Sevr Muâhedesi” tiyatrosunu istismârı
Buraya
kadar verdiğimiz mevsûk ve mufassal îzâhatla, (esâsı Cambon – Grey Mutâbakatı
olan) “Sevr Muâhedesi”nin, sâdece, Osmanlı’yı toptan tasfiye edip yerine
Anadolu’yle mahdûd, Laik, Avrupacı, Totaliter bir Devlet inşâ etmiye azmetmiş
Kemalist Hükûmetin elini kuvetlendirmiye mâtûf bir tiyatro olduğu iyice
anlaşılmış olmalıdır.
Bu
tiyatronun son sahnesi, onun, daha Selânik senelerinde “Türklerin İlâhı” olmayı
aklına koymuş Mustafa Kemâl tarafından Vahîdeddîn Han’ı ve Osmanlı’yı gözden
düşürmek, netîce olarak, Hânedânı, Hilâfet müessesesi, Millî Kültürüyle Osmanlı’yı
topyekûn tasfiye etmek için bol bol istismâr etmesidir. Bu husûsta, Mustafa
Kemâl’in kendi kaleminden şahsî destânı olan, yeni nesilleri Materyalist
Zihniyetli Kemâlperestler olarak yetiştirmek gâyesiyle vâkıaları keyfince
tahrîf eden, muntazaman onların içyüzünü gizliyen, bu meyânda her fırsatta
Vahîdeddîn Han’ı, Türke bir vatan kazandırmış ve Müslümanları asırlarca Haçlı
Âlemine karşı korumuş Osmanlı Hânedânını ve Müslümanlığı, Müslüman Türkü tahkîr
eden Tarih IV: Türkiye Cümhuriyeti kitabına
mürâcaat etmek kâfîdir. “Emsâlsiz, dâhî kumandan, Türklüğün mukadderâtına hâkim
ulvî dehâ” (Tarih IV 1934: 23) yazıyor:
“Mondros
Mütarekesile (30 Teşrinievel 1918) düşmanların bütün arzularına boyun eğen
Osmanlı Padişahı, o mütarekeden doğan vaziyet karşısında nefsinin ve hanedanın
hususî menfaatlerini düşünmekten başka bir şey yapmıyordu.” (Tarih IV 1934: 13)
“Hamiyet
ve gayretten mahrum bir padişah…” (Tarih IV
1934: 14)
“Osmanlı
Padişahı ve Osmanlı Hükûmeti, İmparatorluğun yıkılmasına, memleketin düşmanlar
tarafından mütemadiyen istilâsına ve parçalanmasına karşı bir şey yapmıyarak ve
bir şey yapmak istemiyerek sırf nefislerini düşünmekle meşgul iken, asıl memleketin
sahip ve hâkimi olan Türk milleti, vaziyeti ıslah ile Anayurdunu kurtarmak için
derhal harekete geçmişti.” (Tarih IV
1934: 14) (Bu cümledeki son ifâde, “Büyük Şef”in kendi kendini tekzîbidir:
Demek ki İstiklâl Harbi, onun Samsun’a çıkmasıyle değil, Mondros Mütârekesini
tâkîb eden düşman işgâliyle başlamıştır!)
Müslümanlığa karşı
Kemalist “İhtilâl Harbi”
“Bu
beşeriyet hârikası” (Tarih IV 1934:
101), aşağıdaki satırlarda da, İstiklâl Harbini nasıl (Müslümanlığa karşı) bir
“ihtilâl harbine” (bu tâbir Org. Ali Fuad Erden’e âiddir) çevirdiğini îzâh
ediyor:
“(İstiklâl
Harbinin gayelerinden beşincisi:) Laik bir devlet ve cemaatte yeri kalmıyan ve
esasen amelî bir faidesi olmak şöyle dursun, zararları dokunmuş olan Hilâfet
müessesesini ortadan kaldırmak; 6) XVI. ve XVII. asırlarda terakki ve inkişafı
durgunlaşarak, Ortazaman feodal ve el sanayii medenî seviyesinde kalmış olan
şark medeniyetinden, vuzuh ve sarahatle garp medeniyetine geçmek; 7) Ortazaman
medeniyetinde mühim bir yer tutan hurafî an’ane ve müesseseleri yıkmak… […]
“Hasılı
İstiklâl Harbi, şarkın dinî, içtimaî ve siyasî istibdadile garp devletlerinin
siyasî ve iktisadî tagallübünden masun yeni ve tam müstakil bir Türk Devleti
kurmak için girişilen çok cepheli millî mücahedenin, ikinci bir tabir ile
‘kurtuluş hareketinin’ mecmuudur.
“Laik
millî mücadelenin ilk vazifesi, tabiî olarak, Anavatanı çiğneyen ve yabancı
düşmanları kahredip millî hudut haricine atmak ve milletin müdafaa arzu ve
ifadesini baltalayarak vatana hıyanet eden Padişah ve Hükûmetini tedip etmek
suretile millî birliği korumak olacaktı. Bu cihetle haricî ve dahilî
düşmanlarla beş sene kadar süren uzun bir harp, kurtuluş hareketinin ilk
safhasını teşkil eder. Hususî manasile ‘İstiklâl Harbi’ namı işte bu harbe
verilmiştir.” (Tarih IV 1934: 57)