Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (89)

İşgâl Kuvvetleri, Yunanistan’ın Trakya ve İstanbul’u işgâline mâni oldular

Artık iyice mâneviyâtı bozulmuş, nihâî hezîmetin kaçınılmaz olduğunu anlamıya başlamış Yunan Ordusu, Kuvâyımilliye cephesinin “Büyük Taarruz”u evvelinde, o “elîm Anadolu mâcerâsı”nı hiç olmazsa asgarî zarârla kapama niyetiyle, Trakya ve İstanbul’u zaptetmek için bir teşebbüste bulunuyor… Karşısına dikilenler, Türkler değil, İtilâfçılardır! Sonuna kadar piyon olarak kullanılmıya devâm eden Yunanistan, bu sefer de ağır bir mağlûbiyete uğruyor ve teşebbüsü için Anadolu’dan çekdiği iki fırkası sebebiyle, oradaki kuvvetlerini daha da zayıflattığı için, Kuvâyımilliye’nin “Büyük Taarruz”u karşısında topyekûn hezîmetine zemîni, kendi elleriyle hazırlamış oluyor…

İngiliz târihçisi Lord Kinross’un kaleminden okuyoruz:

“Ankara’yı ele geçirme planları boşa çıkmış olan Constantine’le Gounaris şimdi gözlerini İstanbul’a dikmişlerdi. Anadolu’dan acele ile iki tümen çekerek Marmara’nın öbür kıyısına, Trakya’ya geçirdiler. Oradaki kuvvetlerini böylece çoğalttıktan sonra, Çatalca hattını tehdit ederek, İstanbul’a girmek için Müttefiklerden müsaade istediler. Bu tehditlerle Müttefikler üzerinde bir baskı yapmayı umuyorlardı.

“Müttefiklere gelince, onlar da anlaşmazlığı kendi lehlerine çözümlemek, ya da, hiç olmazsa görünüşü kurtarmak için, bu sefer Venedik’te, yine barış görüşmelerine girişmeyi düşünüyorlardı. İstanbul’daki kuvvetleri öylesine azalmıştı ki buradaki Müttefik birlikleri, bir sandviçin içindeki reçele benzetiliyordu. İki yanlarında iki koca dilim ekmek, Türkler ve Yunanlılar vardı. Şehri ele geçirmek işten bile değildi. Böyle bir hareket, Yunanistan’da Constantine’in sarsılmış olan prestijini sağlamlaştıracak, ordunun kendine güvenini canlandıracak, pazarlığa girişmek için iyi bir başlangıç noktası olacaktı.

“Churchill daha sonra durumu incelerken şöyle der: Belki de Müttefikler izin verip Yunanlılar İstanbul’u geçici olarak işgal etselerdi, Yunan ordularının Anadolu’dan kaçışı şerefli bir barış görüşmesi biçimine sokulabilir ve bu da daha az acıklı olurdu… Müttefiklere karşı en azından söylenecek şey şudur: Yunanlılar’a askerî hareketlerinde yardımcı olmasalar bile, hiç olmazsa onları engellemekten kaçınmaları gerekirdi. Yok, birtakım genel düşüncelerle böyle davranmak zorunda kalmışlarsa, o zaman da yapacakları şey, Yunanlılar’ın gemilerine binip çekilmelerine gerçekten ve düpedüz yardım etmekti.

“Böylece, on yıl önce Balkan Harplerinde olduğu gibi, İstanbul’da gözler yine Çatalca hattına çevrilmişti. Harington, bu hattın savunmasıyle bir Fransız generalini görevlendirdi. Generalin emrindeki Fransız ve İngiliz birlikleri hemen siper kazmaya koyuldular. Kendi sorumluluğu altında bir bildiri yayınlayarak, işgal kuvvetlerine karşı girişilecek bir saldırıya iki devletin ortaklaşa karşı koyacaklarını açıkladı. Rumbold iznini yarıda bırakarak İstanbul’a koştu. Bildiri, İngiliz Elçiliğinde yapılan bir toplantıda da onaylandı. İngiliz savaş gemileri Marmara’da bir gösteri yaptılar. Yunanlılar biraz geri çekildi. Lâkin bir yandan da yığınak yapmaya devam ediyorlardı. Lloyd George İstanbul’da alınan karara katılmıştı. Yunanlılar bunun üzerine, Müttefiklerin izni olmadan daha fazla ilerlememeyi kabul ettiler. İngiliz savaş gemileri, yıllık kürek yarışlarını düzenlemek gibi daha barışçı eğlencelerle uğraşmaya giriştiler. Yunanlılar son şanslarını da elden kaçırmışlar; bu arada, bir ihtimal uğruna, Anadolu’daki savunmalarını da zayıflatmışlardı.

Siyonist işbirlikcisi Lloyd George, Yunan piyonuyle bir def’a daha nasıl oynadı?

“Bununla beraber Lloyd George, o bir türlü vazgeçemediği Yunan-severliği [???] ile onlara bir umut ışığı daha göstermeye kalktı. Times’ın bildirdiği gibi, Avam Kamarasındaki yorucu bir celsenin sonunda öyle bir demeç verdi ki bunun iki taraf için de bir tek anlamı vardı: Yunanlılar’ı yeniden kuvvete başvurarak bir sonuç aramaya kışkırtmak. Başbakan, Yunan ordusunun giriştiği korkusuz ve cüretli askerî harekâttaki kahramanlığı övecek kadar ileri gitti. Yunanlılar, ‘aşılmaz geçitler arasından geçerek memleketin içlerine doğru yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalmışlardı. Askerî üstünlüklerini her düzenli çatışmada göstermişlerdi. Sadece, arazinin bünyesi ve ulaştırma hatlarının uzunluğu yüzünden yenilgiye uğramışlardı ki Avrupa’da onlardan başka hiç bir ordu böyle riskli bir işe girişmeyi göze bile alamazdı.’

“Sonra, sözlerinin üzerine basarak şöyle dedi: ‘Kemalistler barışı kabul etmeyeceklerdir. Zira kendilerine işlerine gelen şekilde bir mütareke vermediğimizi ileri sürmektedirler. Fakat biz de, Yunanlılar’ı bütün güçleriyle savaşmaktan alıkoyuyoruz. Kemalistler, halkı son on, on iki yıldan beri birbirini kovalayan savaşlar yüzünden silah altında bulanan ve kaynakları da sınırlı olan bu küçük memleketi yorarak çökerteceklerini umuyorlar. Bu işin böylece sürüncemede kalmasına göz yumamayız.’

“Bu demeç Yunanistan’da büyük sevinçle karşılandı. Gazeteler, en övücü pasajlarını yayınladılar. Yunan ordusunun günlük emrine nutuktan alınmış parçalar konuldu. Askerler yeniden umuda kapıldılar. Anlaşılan İngilizler, son dakikada yardımlarına koşacak, düşmanı yenmelerini sağlayacaklardı. İstanbul’a yürüme manevrası boşa gitmemişti demek. Bunun üzerine, barış lafları yine unutuldu.

“Bütün bu olaylar Mustafa Kemal’in planına uygun düşüyordu. Yunanlılar’ın Trakya’ya asker geçirdiklerini duyar duymaz taarruza girişeceği zamanı kararlaştırdı. Zira böylece Anadolu’daki Türk ve Yunan kuvvetleri denk duruma gelmiş oluyorlardı. Saldırının tam sırasıydı. Dahiliye Vekili olan Fethi Beyi [Ali Fethi Okyar’ı] Roma, Paris ve Londra’ya gönderdi. Fethi Bey buralarda ya hâlâ Yunanlılar’ın Anadolu’dan çekilmesini şart koşan bir barış tasarısı üzerinde görüşmeler yapacak, ya da zaferi izleyecek olan barış için temsilcilik görevini yüklenecekti. Mustafa Kemal, bundan sonra Garp Cephesine, Akşehir’deki Genel karargâhına gitti.” (Lord Kinross 1966: I/468-471)

Mustafa Kemâl’in “Sevr Muâhedesi” tiyatrosunu istismârı

Buraya kadar verdiğimiz mevsûk ve mufassal îzâhatla, (esâsı Cambon – Grey Mutâbakatı olan) “Sevr Muâhedesi”nin, sâdece, Osmanlı’yı toptan tasfiye edip yerine Anadolu’yle mahdûd, Laik, Avrupacı, Totaliter bir Devlet inşâ etmiye azmetmiş Kemalist Hükûmetin elini kuvetlendirmiye mâtûf bir tiyatro olduğu iyice anlaşılmış olmalıdır.

Bu tiyatronun son sahnesi, onun, daha Selânik senelerinde “Türklerin İlâhı” olmayı aklına koymuş Mustafa Kemâl tarafından Vahîdeddîn Han’ı ve Osmanlı’yı gözden düşürmek, netîce olarak, Hânedânı, Hilâfet müessesesi, Millî Kültürüyle Osmanlı’yı topyekûn tasfiye etmek için bol bol istismâr etmesidir. Bu husûsta, Mustafa Kemâl’in kendi kaleminden şahsî destânı olan, yeni nesilleri Materyalist Zihniyetli Kemâlperestler olarak yetiştirmek gâyesiyle vâkıaları keyfince tahrîf eden, muntazaman onların içyüzünü gizliyen, bu meyânda her fırsatta Vahîdeddîn Han’ı, Türke bir vatan kazandırmış ve Müslümanları asırlarca Haçlı Âlemine karşı korumuş Osmanlı Hânedânını ve Müslümanlığı, Müslüman Türkü tahkîr eden Tarih IV: Türkiye Cümhuriyeti kitabına mürâcaat etmek kâfîdir. “Emsâlsiz, dâhî kumandan, Türklüğün mukadderâtına hâkim ulvî dehâ” (Tarih IV 1934: 23) yazıyor:

“Mondros Mütarekesile (30 Teşrinievel 1918) düşmanların bütün arzularına boyun eğen Osmanlı Padişahı, o mütarekeden doğan vaziyet karşısında nefsinin ve hanedanın hususî menfaatlerini düşünmekten başka bir şey yapmıyordu.” (Tarih IV 1934: 13)

“Hamiyet ve gayretten mahrum bir padişah…” (Tarih IV 1934: 14)

“Osmanlı Padişahı ve Osmanlı Hükûmeti, İmparatorluğun yıkılmasına, memleketin düşmanlar tarafından mütemadiyen istilâsına ve parçalanmasına karşı bir şey yapmıyarak ve bir şey yapmak istemiyerek sırf nefislerini düşünmekle meşgul iken, asıl memleketin sahip ve hâkimi olan Türk milleti, vaziyeti ıslah ile Anayurdunu kurtarmak için derhal harekete geçmişti.” (Tarih IV 1934: 14) (Bu cümledeki son ifâde, “Büyük Şef”in kendi kendini tekzîbidir: Demek ki İstiklâl Harbi, onun Samsun’a çıkmasıyle değil, Mondros Mütârekesini tâkîb eden düşman işgâliyle başlamıştır!)

Müslümanlığa karşı Kemalist “İhtilâl Harbi”

“Bu beşeriyet hârikası” (Tarih IV 1934: 101), aşağıdaki satırlarda da, İstiklâl Harbini nasıl (Müslümanlığa karşı) bir “ihtilâl harbine” (bu tâbir Org. Ali Fuad Erden’e âiddir) çevirdiğini îzâh ediyor:

“(İstiklâl Harbinin gayelerinden beşincisi:) Laik bir devlet ve cemaatte yeri kalmıyan ve esasen amelî bir faidesi olmak şöyle dursun, zararları dokunmuş olan Hilâfet müessesesini ortadan kaldırmak; 6) XVI. ve XVII. asırlarda terakki ve inkişafı durgunlaşarak, Ortazaman feodal ve el sanayii medenî seviyesinde kalmış olan şark medeniyetinden, vuzuh ve sarahatle garp medeniyetine geçmek; 7) Ortazaman medeniyetinde mühim bir yer tutan hurafî an’ane ve müesseseleri yıkmak… […]

“Hasılı İstiklâl Harbi, şarkın dinî, içtimaî ve siyasî istibdadile garp devletlerinin siyasî ve iktisadî tagallübünden masun yeni ve tam müstakil bir Türk Devleti kurmak için girişilen çok cepheli millî mücahedenin, ikinci bir tabir ile ‘kurtuluş hareketinin’ mecmuudur.

“Laik millî mücadelenin ilk vazifesi, tabiî olarak, Anavatanı çiğneyen ve yabancı düşmanları kahredip millî hudut haricine atmak ve milletin müdafaa arzu ve ifadesini baltalayarak vatana hıyanet eden Padişah ve Hükûmetini tedip etmek suretile millî birliği korumak olacaktı. Bu cihetle haricî ve dahilî düşmanlarla beş sene kadar süren uzun bir harp, kurtuluş hareketinin ilk safhasını teşkil eder. Hususî manasile ‘İstiklâl Harbi’ namı işte bu harbe verilmiştir.” (Tarih IV 1934: 57)