Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (74)
“Beyler, etrâfımızda, kimisi askerî ve denizcilikle alâkalı kâbiliyetlerini geliştirerek, kimisi hızla artan nüfûsunun avantajlarından istifâde ederek kuvvetlenen bunca rakîb varken, evet, bu kadar sıkı bir rekâbetin olduğu şimdiki Avrupa’da, daha doğrusu böyle bir dünyâda, kendi içine kapanma veyâ müstenkif kalma siyâseti, gâyet basît olarak, inhitât yolunu seçmek demekdir! (Messieurs, dans l'Europe telle qu'elle est faite, dans cette concurrence de tant de rivaux que nous voyons grandir autour de nous, les uns par les perfectionnements militaires ou maritimes, les autres par le développement prodigieux d'une population incessamment croissante ; dans une Europe, ou plutôt dans un univers ainsi fait, la politique de recueillement ou d'abstention, c'est tout simplement le grand chemin de la décadence!)
“Yaşadığımız devirde, milletler,
ancak gösterdikleri faâliyetlerle büyükdürler; yoksa, ‘müesseselerinin
başkalarına têsîri’yle büyük değildirler. Evet, günümüzde hâl böyledir! (Les nations, au temps où nous sommes, ne
sont grandes que par l'activité qu'elles développent; ce n'est pas ‘par le rayonnement
des institutions’... qu'elles sont grandes, à l'heure qu'il est.)
“Faâliyet göstermeden, dünyâ
mes’elelerine karışmadan etrâfına ışık saçmak, Avrupa’daki gelişmelerin dışında
kalmak, Afrika veyâ Şark istikâmetinde bir genişlemeyi bir tuzak, bir mâcerâ
telakkî etmek, inanın ki, bu şekilde yaşamak, büyük bir millet için, milletler
âilesindeki mevkiini düşürmek ve inanamıyacağınız kadar kısa bir zamânda,
birinci sıradan üçüncü, dördüncü sıralara gerilemekdir. Beyler, ne ben, ne bir
başkası, memleketimiz için böyle bir istikbâl tasavvur edebiliriz! (Rayonner
sans agir, sans se mêler aux affaires du monde, en se tenant à l'écart de
toutes les combinaisons européennes, en regardant comme un piège, comme une
aventure, toute expansion vers l'Afrique ou vers l'Orient, vivre de cette
sorte, pour une grande nation, croyez-le bien, c'est abdiquer, et dans un temps
plus court que vous ne pouvez le croire, c'est descendre du premier rang au
troisième ou au quatrième. Je ne puis pas, messieurs, et personne, j'imagine,
ne peut envisager une pareille destinée pour notre pays.)
“Memleketimiz başkalarının
yaptıklarını yapabilecek kâbiliyette olmalı ve mâdemki şu ânda Avrupa’nın bütün
kudretli Devletlerini harekete geçiren umûmî sâik sömürgeci genişleme
siyâsetidir, o da bu kervana katılmalıdır! Aksi takdîrde, üç asır evvel büyük
bir rol oynamış ve ne kadar kudretli, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, bugün
üçüncü, dördüncü sıralara gerilemiş başka milletlerin başına gelen bizim de
başımıza gelecekdir; daha doğrusu, bunları görmiyecek olan bizim değil,
oğullarımızın, torunlarımızın başına gelecekdir! (Il faut que notre pays se mette en mesure de faire ce que font tous les
autres, et, puisque la politique d'expansion coloniale est le mobile général
qui emporte à l'heure qu'il est toutes les puissances européennes, il faut
qu'il en prenne son parti, autrement il arrivera... oh! pas à nous qui ne verrons
pas ces choses, mais à nos fils et à nos petits-fils! il arrivera ce qui est
advenu à d'autres nations qui ont joué un très grand rôle il y a trois siècles,
et qui se trouvent aujourd'hui, quelque puissantes, quelque grandes qu'elles
aient été descendues au troisième ou au quatrième rang.)
“Bugün mes’ele gâyet iyi
vaz’edilmiştir: [Madagaskar’ın zaptı için] tasvîbinize arzedilen kredinin
reddi, milletler âilesindeki mevkimizi düşürme siyâsetinin kabûlü ve îlânı
demek olacaktır. (Aujourd'hui la question
est très bien posée: le rejet des crédits qui vous sont soumis, c'est la
politique d'abdication proclamée et décidée.) […]
Bir memleketi ele geçirmenin sinsi
yolu: Kültür Emperyalizmi
“Evet,
1879’da Cumhûriyetciler iş başına geçtikleri, Cumhûriyetci Fırka Hükûmet ve
bütün millet mes’eleleri üzerinde söz
sâhibi olduğu zamân, onlar şunu anlamışlardır: Fransa’ya, ancak hür Belçika
veyâ cumhûriyetci İsviçre gibi milletlere uygun gelebilecek bir siyâsî ideal
teklîf edilemez; Fransa’ya başka şey lâzımdır; Fransa, sâdece hür bir memleket
olmakla iktifâ edemez; o, aynı zamânda, Avrupa’nın istikbâli üzerinde kendine
yakışan âzamî têsîre de sâhib büyük bir memleket olmalı, bu têsîri dünyânın
başka yerlerine de yaymalı, mümkün olan her yere kendi dilini, kendi âdetlerini,
kendi bayrağını, kendi silâhlarını, kendi dehâsını götürmelidir! (Eh bien, lorsque les républicains sont
arrivés aux affaires, en 1879, lorsque le parti républicain a pris dans toute
sa liberté le gouvernement et la responsabilité des affaires publiques […] il a
montré qu'il comprenait bien qu'on ne pouvait pas proposer à la France un idéal
politique conforme à celui de nations comme la libre Belgique et comme la
Suisse républicaine, qu'il faut autre chose à la France : qu'elle ne peut pas
être seulement un pays libre, qu'elle doit aussi être un grand pays exerçant
sur les destinées de l'Europe toute l'influence qui lui appartient, qu'elle
doit répandre cette influence sur le monde, et porter partout où elle le peut
sa langue, ses moeurs, son drapeau, ses armes, son génie.)
(https://www2.assemblee-nationale.fr/decouvrir-l-assemblee/histoire/grands-discours-parlementaires/jules-ferry-28-juillet-1885#:~:text=Il%20faut%20que%20notre%20pays,oh%20!; ve http://histoire-geo.ac-amiens.fr/IMG/pdf/Annexe_2_Jules_Ferry_Travail_Amelie.pdf; 4.9.2024)
Üç Mason siyâsetci
(Ferry, Wilson, Mustafa Kemâl) arasındaki muvâzîlik
Jules Ferry, Woodrow Wilson,
Selânikli Mustafa Kemâl: Üç Mason Devlet Adamı… En mühim ortak husûsiyetleri, üçünün
de, birbirleriyle yarışırcasına “Avrupa Medeniyetcisi” olması, “rızâen veyâ
cebren” bütün milletleri Avrupa Medeniyeti Âlemine temessül ettirme dâvâsı
gütmesi…
Jules Ferry, 28 Temmuz 1885 Nutkunda: “Üstün ırkların
aşağı ırklar üzerinde bir hakları vardır, çünki onlara karşı bir vazîfeleri
vardır. Bu vazîfe, onları medenîleştirmekdir!” diyordu.
Buraya kadar yaptığımız tahlîlle, onun kullandığı
tâbirle söylersek “aşağı ırklara”, daha yumuşak bir dille söylersek “medeniyet
îtibâriyle geri kalmış topluluklara” “medeniyet götürme” yâhud “medeniyet
aşılama” siyâsetinin iki cepheli olduğunu tesbît ettik: Birincisi, bu siyâset,
aslında, zayıf memleketleri hâkimiyeti altına alıp sömürme siyâsetine pek
riyâkâr bir kılıf vazîfesi görüyordu. İkincisi de, kendi “medeniyet” veyâ
kültürünü aşılama, o topluluğu târihî şahsıyetinden uzaklaştırıyor, onu, sömürgecilerin
hâkimiyetini daha kolay kabûl edebilecek bir zihniyet ve hâletirûhiyeye
sürüklüyor… Hattâ geniş mikyâsda kültürel tahavvüle uğrıyarak târihî
hüviyetinden uzaklaşmış böyle bir topluluk, bir gün, sömürgecilerin
siyâsî-iktisâdî hâkimiyetine son verip kendisi iktidâr olmayı başarsa dahi,
yine mağlûb demekdir; çünki o artık kendisi değildir… Ve onun, bir müddet
sonra, evvelce kendisine hükmetmiş olan sömürgeci memleketle her sâhada sıkı
bir işbirliğine yönelmesi, beklenen bir hâldir; çünki kültür îtibâriyle kendini
ona yakın hissetmektedir…
Jules Ferry’nin tercümanı olduğu Sömürgeci-Emperyalist
Zihniyeti, dünyâ siyâsetinde kalıcı bir iz bırakmış Woodrow Wilson’ın da alenen
beyân ettiğini, bu Farmason, Irkçı Devlet Adamından ve Siyonist avenesinden
bahsederken tesbît etmiştik. Şöyle diyordu:
“Artık hiçbir millet kendi içine kapanık olarak yaşıyamaz ve Garb, zarûrî
olarak Şark’a hâkim olmalıdır. Şark, istese de istemese de, Garb’e açılmak ve
istihâle geçirmek mecbûriyetindedir. Garb’in ölçüleri ona mutlakâ kabûl
ettirilmelidir.”
Sömürgecilik ve Emperyalizmin dîğer bir
vechesi: Kültür jenosidi
Bu sözlerin, Avrupalıların veyâ
Garblilerin Garbli olmıyanlara karşı bir kültür jenosidi siyâseti mânâsına
geldiği âşikârdır. Bunu da ya doğrudan, ya da vekîlleri vâsıtasıyle tatbîkâta
koyacaklardır. Tabîatiyle, ikinci usûl daha müessirdir.
Kültür jenosidinin en esâslı istinâdgâhı:
Masonluk
Kültür emperyalizmi ve kültür
jenosidi siyâseti, Masonlukta en esâslı istinâdgâhını bulmuştur. Çünki
Masonluk, Avrupa Medeniyetinin, Beşer Medeniyetinin zirvesini teşkîl ettiği ve
bütün İnsanlık Âleminin de bu medeniyeti benimsemesi lâzım geldiği fikrindedir.
Binâenaleyh, Masonluk, nüfûz ettiği her memlekette Avrupa Medeniyetinin, Avrupa
Kültürünün bayrakdârlığını yapmaktadır. Bunun hemen gözümüzün önündeki misâli,
Türkiye Masonluğudur. Türkiye’de faâliyet gösterdiği târihten beri
müntesiblerine ve onlar vâsıtasıyle de Milletimizin tamâmına hep Avrupa Kültür
ve Medeniyetini telkîn edegelmiştir. Vasfımümeyyizi Avrupa Medeniyetciliğidir
ve bizzât sözcüleri tarafından bu vasfıyle târif edilmektedir. Meselâ Üstâd-ı
Âzam Dr. Necdet Egeran’ın daha evvel de bahsettiğimiz Gerçek Yüzüyle Masonluk kitabına mürâcaat edelim:
Üstâd-ı Âzamın dilinden Anadolu Milletine
karşı kültür jenosidi siyâseti
“Yapıcılık = İnşacılık anlamına gelen
ve kısaca masonluk dediğimiz Hür masonluk (Free Masonry, Franc-Maçonnerie), iyi
ahlâklı ve faziletli insanlar arasında sevgi ve dayanışma kuran, insanlığın
düşünsel ve toplumsal olgunlaşmasına çalışan, Batı medeniyetçisi ilerici bir
kardeşlik topluluğudur. (s. 6) […]
“Masonluk, denilebilir ki, Batı medeniyet
mücadelesi alanında, şeref ve başarı günleri görmüş birçok teşekküllere ana
tefekkür kaynağı olmuştur. (s. 74) […]
“…Bugün Batı medeniyeti deyince
sadece Batı Avrupa-Amerika medeniyeti anlaşılmaktadır. Ve işte bu batı
medeniyetine intibak içih neler yapmak lâzım geldiğini incelemek gerekmektedir.
(s. 79) […]
Kültür jenosidi siyâsetinde Masonluk ile
Kemalizmin ortak mücâdelesi
“Bir bakıma bizim bu aleme intibak
etmemiz için büyük Atatürk’ten bu yana pek çok ilerlemeler yapıldı. Ancak daha
üzerinde çalışılması gereken Atatürkçü unsurlar vardır. Bunların en önemlisi
toplumsal ve ekonomik kalkınmayı sağlam temellere oturtacak olan eğitim ve
öğretim konusudur. Kültür konusudur. (s. 82) […]
“Tarih tetkik edilince görülür ki
Osmanlı Ülkesinde kültür bakımından her uyanış hareketi, daima karşısında
mutaassıp Müslüman aydınını buldu. Garplılaşma hareketi olan Tanzimat hareketi
de, Batı’da rönesansta olduğu gibi mistik din görüşüne karşı hümanistik dünya
görüşü meydana getiren bir hareket şeklinde olmadı. Din ile devleti bile
birbirinden ayıramadı.
“Mutaassıp İslâmlık dini ile ilgisi
olmayan hiç bir fikir hareketine yer vermediği için Tanzimattan sonraki dönemde
bile Osmanlı kültüründe Doğu ile Batı kültürü arasında yer almış bir
kararsızlık göze çarpar. Zihniyet ve düşünce bakımından Doğuya bağlı kalmak,
fakat tekniği ve yaşantı biçimini Batıdan almak gibi bir ikilik bu dönemin
başlıca vasfı oldu. Ve gayet tabii ki, bilim, teknik, san’at ve felsefe bu Doğu
– Batı ikiliği içinde gelişemedi.