Dolar (USD)
34.07
Euro (EUR)
37.84
Gram Altın
2814.87
BIST 100
9758.14
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (52)

Benî İsrâil, bütün İnsanlığın rehberi

Tanah’ın (Tesniye IV/6) son olarak zikrettiğimiz bu hükmü, “Mümtâz Millet”, “Râhib Millet”, “Mukaddes Millet”, “bütün milletlerden üstün millet” olan “Benî İsrâil’in İnsanlığın tamâmına rehberlik yapmakla vazîfeli olduğu” mânâsına geliyor. Yukarıda, “Mesîh” akîdesi için kitabına mürâcaat ettiğimiz İngiltereli Haham Dr. Isidore Epstein, aynı eserinde, bu mevzûa da temâs ediyor:

“Çıkış: 19/6: Allâh ile Benî İsrâil arasında Sînâ’da akdedilen muâhedeye göre: ‘Siz, Bana, râhibler krallığı ve mukaddes kavim olacaksınız!’ Böylece İsrâil kavmi dîğer kavimlerin hepsinden farklı bir kavim olmuş, kendisine bütün cihâna rehberlik etmek vazîfesi verilmiştir.” (Epstein 1969: 15-16)

“İsrâil, Vahiy veyâ Peygamberlik kavmidir. Onun mümtâz olması, buna mebnîdir. […] Nasıl ki ilâhî ıstıfâ, tabîatte, mâdenler, nebâtlar, hayvanlar ve insanlar şeklinde farklılıkların ortaya çıkmasına sebeb olmuştur, aynı şekilde nev’-i beşer arasında da bir ıstıfâ olmuş ve İsrâil, peygamberî, yânî Allâh’la münâsebet têsîs edebilecek bir kâbiliyetle techîz edilerek seçilmiştir.” (Epstein 1969: 194)

“Yahûdi mütefekkiri Judah Halévi de (1085 – 1140), ‘İsrâil’in, milletlerin kalbi mesâbesinde merkezî bir fonksiyona sâhib olduğunu’ söylemektedir.” (Epstein 1969: 195)

“Benî İsrâil, dünyâdan (Beşeriyetten) ayrı olmalı, fakat dünyâda kalmalıydı (dünyâyle alâkasını kesmemeliyidi). Etrâfındaki milletlerden farklılığını korumalı, fakat alelâde medeniyetler sînesinde teblîğinin tamâmını yaymalı, böylece beşer hayâtını daha yüksek bir seviyeye çıkarmalıydı.” (Epstein 1969: 25)

“Yahûdilikden çıkılamaz”

Haham Dr. Isidore Epstein, bu meyânda, bu “Mümtâz”, bu “Mukaddes Millet”in sînesine dâhil olan bir insanın, bir daha ondan çıkmasının mümkün olmadığını ifâde ediyor:

“Doğuştan veyâ ihtidâ ederek bir def’a Yahûdi olunca, artık Yahûdilik bağından kurtulmak mümkün değildir; inkârla da, bir başka dîne geçmek sûretiyle de olsa, Yahûdilikden vazgeçilemez. (Une fois acquis, que ce soit par naissance ou par adoption, le statut de Juif est inaliénable et on ne peut y renoncer ni par apostasie ni par la conversion à une autre religion.)” (Epstein 1969: 157)

Böyle bir esâs, masonlukta da vardır; buna rağmen, ayrılmalar da, ihrâclar da vâkîdir. Herhâlde bu esâsı, farazî bir kabûl addetmek lâzımdır…

“Mesîh Çağı”, İsrâil Devleti’nin kuruluşuyle başlıyor

Dr. Waelès’in îzâhatından sonra, nasıl olup da Yahûdilerin –Allâh’a inanmıyanlar dâhil- belki kâhir ekseriyetinin “Mesîh” akîdesini benimsiyebildiği daha iyi anlaşılıyor: Kısaca, onlar, bunu, İnsanlık Âleminin en üstün vasıflı ve rehber (hattâ “mukaddes”) milleti telakkî ettikleri Yahûdi Milletinin ulaşılması zarûrî bir millî hedefi gibi görüyorlar…

Dîğer taraftan, “Mesîh Çağı”, İsrâil Devleti’nin têsîsiyle başlıyacaktır:

“Yeremya Nebî, İsrâil’in cihânşümûl vazîfesini pek kuvvetle ifâde etmiş ve İsrâil’in tek Allâh akîdesini, onun dîğer kavimler arasındaki tekliği ve onlardan ayrılığı fikriyle birleştirmiştir.

“Bu Nebînin tasvîrine göre de dünyânın kurtuluşu Yahova’nın hizmetkârı İsrâil’in eliyle olacaktır.

“Dîğer taraftan, İnsanlığın kurtuluşu, Mesîh fikrine bağlıdır.

“Benî İsrâil Nebîlerine göre, Mesîh devrinin başlaması için ilk elzem şart ise, İsrâil’in siyâsî hükümrânlığına tekrâr kavuşmasıdır.” (Epstein 1969: 57)

Eskiden, Yahûdiler, İsrâil Devleti’nin têsîsini, mûcizevî bir şahsıyet olarak tasavvur ettikleri “Mesîh”den bekliyorlardı. Lâkin, Tecrübî İlimlerin ve onların üzerine kurulu Felsefî Tefekkürün fevkalâde gelişmesi, ayrıca, İzmirli Sabatay Sevi’nin zuhûrunun –tâkîb ettiği seyir îtibâriyle- Yahûdi Âleminin kısm-ı âzamını büyük hayâl kırıklığına uğratması, onları yeni bir anlayışa yöneltti:

Buna göre, “Mesîh Çağı” ve ona tâbi olarak İsrâil Devleti’nin têsîsi, fevkalâde bir şahsıyetin mûcizeleriyle değil, Yahûdi Milletinin mücâdelesiyle mümkün olacaktır. Bu husûsu da, yine Epstein’ın kaleminden nakletmiştik. Mâmâfih, Epstein’a nazaran, bu farklı anlayışın ortaya çıkması, Yahûdi Âleminin dünyâda büyük nüfûz kazanması sebebiyledir. Bu îzâhda, bir bakıma, bir îtirâf gizlidir: Yahûdilerin dünyâda büyük nüfûz kazanmaları, “Mesîh Çağı”nın bir alâmeti kabûl ediliyor; binâenaleyh “Mesîh Çağı”ndan bekledikleri, aslında dünyâya sulh ve refâh getirmek değil, “Yahûdi Cihân Hâkimiyeti”dir. Aksi, safderûnları kandırmıya yönelik bir propagandadır. Şâyed son Gazze Fâciâsından sonra dahi, o propagandaya kanan varsa, ona, aklî melekelerini sorgulamasını tavsıye ederiz…

Haham Epstein’ı ibretle tekrâr okuyalım:

“Yahûdilerin 19. asırda pek çok memlekette her çeşid haklarına kavuşmaları ve bu yüzden de sık sık Devletlerin ve ticâret âleminin kilid mevkilerine geçmeleri, pek çok Şarkî Avrupa Yahûdisi tarafından Mesîh devrinin alâmetleri olarak tefsîr edildi. Böylece Filistin’de Yahûdi Devletinin doğrudan ilâhî müdâhaleyle, bir ânda, mûcize ve hârikalarla têsîs edileceği şeklindeki eski inanc yerine, kurtuluş devrinin, tedrîcen, insanın eliyle geleceği fikri hâkim oldu. Bu fikri ilk def’a serdeden, Haham Lévi Hirsh Kalisher’dir (1785 – 1877)…” (Epstein 1969: 288)

Onların îzâhatına göre “Mesîh Devri” ve acı hakîkat

İşte bizzât hahamların îzâhatıyle, bu “Mesîh” akîdesinin esâsının (onun bilhassa asrî yorumunun), şunlardan ibâret olduğunu gördük:

1) “Mesîh devri”, bir kısım Yahûdinin Filistin’a dönüp orada müstakil bir “Yahûdi Devleti” kurmasıyle başlıyacaktır.

2) Yahûdi Milleti, Nil’den Fırat’a kadar uzanan İsrâil ve başşehir Kudüs merkez olmak üzere, oradan bütün İnsanlığa rehberlik edecek, yânî onun lideri olacaktır.

3) “Mesîh Devri”nde bütün insanlar “Nûh Dîni”nde, dîğer tâbirle, Masonluğun “Cihânşümûl Dîn”inde birleşecek (daha doğrusu, birleştirilecek), her tarafta Yahûdi Milletinin öncülük ettiği kânûnlar cârî olacaktır.

4) Bu sâyede, yeryüzünü adâlet ve refâh kaplıyacak, Yahûdi Milletinin öncülüğünde, İnsanlık Âlemi sulh ve bolluk içinde yaşıyacaktır.

Onların takdîmi böyle! Vâkıa üzerinde muhâkeme yürüten aklıselîm ise başka şey söylüyor:

Filistin’e jenosid siyâseti tâkîb ederek yerleşmeleri, yine aynı emel uğrunda dünyâda harbler çıkarmaları, büyük felâketler tetiklemeleri, her fırsatta –iktisâdî, siyâsî, kültürel vâsıtalarla- “Goyim”i istismârdan çekinmemeleri, “Mesîh devri” tâbiriyle ifâde ettikleri “yeryüzü cenneti” hayâlinin sâdece kendileri için vârid olduğunu gösteriyor!

Hâsılı, “Mesîhciliğin” de, Filistinlilere karşı Siyonist jenosid siyâsetinin têyîdi mânâsına geldiği ve onun bir başka zâviyeden mesnedini teşkîl ettiği görülüyor.

1_056f0646ccec0ac0d99d79d92b805d1e.jpg

Siyonizmin “Mesîh Çağı” işte böyle bir şey!

***

Elbette, bu, aynı zamânda, Siyonizmin, bütün dünyâyı kendine râm etmesi demekdir. Çünki sâdece Filistin’de bir “Yahûdi Devleti”nin têsîsi tasavvuru dahi, mâhûd “Büyük Devletler”in baskısı, müdâhelesi olmadan kuvveden fiile çıkamazdı. O Devletlerin, İnsan Haklarını ihlâl etmek ve bütün İslâm Âlemini karşısına almak pahasına böyle bir yola girmesi ise, ancak o Devletlerin siyâsetine istikâmet verecek nisbette bir Yahûdi nüfûzunun mevcûdiyetiyle mümkündü. Nitekim bir buçuk asırlık vâkıalar, bu muhâkemenin kat’î delîlleridir…

Öyleyse Siyonizmin derin mânâsı nedir?

Yukarıdakimütâlaa ve tesbîtlerimizden çıkan pek mühim bir netîce şudur:

Siyonizm, sâdece Filistin’de bir “Yahûdi Devleti” kurma idealinin değil, aynı zamânda megaloman, mütehakkim, fanatik zihniyetli (maâlesef) pek geniş bir Yahûdi zümresinin dünyâya hükmetme hayâlinin ismidir.

Megaloman, mütehakkim, fanatik… Fransız Cumhûr Reîsi Charles De Gaulle’ün –kısa zamân sonra siyâsî hayâtına mâl olan- 27 Kasım 1967 târihli matbûât konferansındaki târifiyle: “Bütün târih boyunca olduğu gibi, güzîde, kendinden emîn ve mütehakkim bir millet (…Ce qu’ils avaient été de tout temps, c’est-à-dire un peuple d’élite, sûr de lui-même et dominateur)…”

Dîğer taraftan, bu “hayâl”in bir “ham hayâl” olmadığı, “Yahûdi Devleti”nin têsîsini mümkün kılan son bir buçuk asırlık hâdiselerin seyrinden vâzıhan anlaşılıyor. Bunu mümkün kılan başlıca âmil ise, yukarıda îzâh ettiğimiz vechiyle, Yahûdi teşkîlâtçılık ve teşkîlâtlılığıdır. Bu bahisde, yine Bernard Lazare’a mürâcaat etmek, çok aydınlatıcı olacaktır.