Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (49)

Nurettin Topçu’nun mezkûr makâlesinden iktibâs ettiğimiz aşağıdaki pasajlar, üzerinde ibretle düşünerek okunmıya değer. Onlardan evvel, makâlesinin ilk paragrafındaki şu şâyân-ı dikkat tesbît üzerinde derin derin düşünmek lâzımdır: “Yahudi kâbesi olan mahud locanın canavar iştihası ile içimizden hergün yuttukları, gitgide kendilerine büyük ümit bağladıklarımıza kadar uzanmaktadır.”

1_5ee2cb971a3c4bdd703e5422fab928b6.jpg

Dünyânın en büyük Siyonist müstemlekesi…

Ve Devletler üstü bir Gizli Devlet…

Hükmetme hırsıyle bütün dünyâda teşkîlâtlandılar, büyük bir dayanışma rûhuyle çalıştılar ve İnsanlık Âleminin binde dördünü teşkîl eden bu topluluk onun tamâmının gidişâtını tâyîn eder hâle geldi… Öyle ki bütün dünyânın gözünün içine bakarak işledikleri jenosid cürmünü dahi, bir tiyatro sahnesi hâlinde, kuklalarına alkışlatabiliyorlar!

***

Mes’elenin en vahîm birinci vechesi, böyle bir tasavvurun ancak bir Filistinli jenosidiyle kuvveden fiile çıkabileceğidir. Zîrâ bedîhîdir ki Filistin, bir “hâlî arâzî” değildi; bâzı Siyonistlerin propaganda ettikleri “une terre sans peuple pour un peuple sans terre (topraksız bir halk için halksız bir toprak)” sloganı, göz göre göre vâkıayı tahrîf, hakîkati inkâr eden bir sahtekârlıktı. (Amerika’da, v.s. sinema sanâyiine hâkim oldukları için, böyle hayâlî Filistin filmleri göstermek onlar için kolaydı…) Binâenaleyh, Yahûdi Devleti için, Montefiore’larla, Rothschild’lerle, Netter’lerle, ilh… faâliyete geçtikleri 19. asrın ortalarından îtibâren bir Filistinli jenosidi siyâseti tâkîb etmiye başladılar. Bir taraftan, hakîkî maksadlarını gizliyerek, Osmanlı idârecilerini ve yerli halkı kandırdılar; bol bol arâzî satın alarak, zirâî têsîsler, mektebler, iskân merkezleri kurarak oraya yerleştiler; hem cemâat olarak tâlîmli, silâhlı bir kuvvet hâline geldiler, hem de büyük nüfûzlarının bulunduğu İngiltere gibi, Fransa gibi, Amerika gibi Devletlerin himâyesine sığındılar. Osmanlı idârecileri ile yerli halktan bir kısmını da satın aldılar. Zâten Osmanlı İdâresini bir kanser gibi sarmış olan Siyonsit-Sabataî-Mason zümresi de onlar için çalışıyor ve bu da işlerini kolaylaştırıyordu. Böylece bir taraftan hîleyle, şeytânlıkla, dîğer taraftan kendi Cemâatlerinin veyâ mâhûd Büyük Devletlerin zorbalığını kullanarak, Filistin arâzîsini Filistinlilerden temizleme vetîresini başlattılar, onları asırlar ve asırlardır sâhibi oldukları vatanlarından sürmiye, müstakil bir millî varlık olarak tedrîcen yok olmalarına zemîn hazırlamıya başladılar. Bu vâsıtalar kâfî gelmeyince, tedhîş yoluyle Filistinlileri yıldırmıya, Vatanlarını terketmiye zorladılar. Pek çok Filistinli de tedhîş fiilleri esnâsında veyâ onun netîcesinde içine sürüklendikleri tahammülfersâ hayât şartlarında telef oldular. Bu kadarı dahi kâfî gelmeyince, bin bir desîseyle idâresini ele geçirdikleri, bir “Sabataî-Mason Devleti” hâline getirdikleri Osmanlı’yı –mağlûbiyete mahkûm saflarda- Cihân Harbine sürüklediler ve Harbin en hayâtî ânında, uzun zamândır “Sabataî Şef”le berâber planladıkları muazzam bir ihânetle Filistin Cephesinin çökmesini têmîn ettiler. Bundan sonraki safhalarda dahi hep benzeri desîselerle, zorbalıkla, pek çok Filistinliye katlederek, milyonlarca Filistinliyi Vatanlarından kaçırtarak jenosid siyâsetlerine devâm ettiler, devâm ediyorlar… Kudretlerinin zirvesine ulaştıkları için, artık kimseden pervâları yok! Aylar ve aylardır, her gün yeni bir vahşet sahnesi! Ve bütün dünyâ, onların vahşetini acz içinde seyrediyor! Bittabi, insanlık hislerini kaybetmemiş dünyâ! Bir şey yapamıyor, hiç olmazsa gözyaşı döküyor! Bir de öyle bir dünyâ var ki Siyonist Emperyalizminin bütün cinâyetlerinde, bütün cürümlerinde ona ortaktır!

Siyonizmin mesnedi: Muharref Tevrât ve “Mesîh” akîdesi

Mes’elenin ikinci vahîm cephesi ise, Siyonizmin, Muharref Tevrât’ın hurâfelerine ve yine bir hurâfe ve safsatadan başka bir şey olmıyan “Mesîh / Mehdî (le Messie)” akîdesine (le messianisme) istinâd etmesidir. Yukarıda, bizzât hahamların îzâhıyle bu akîdenin ne menem bir şey olduğunu gördük.

Aslında, Yahûdilerin büyük bir kısmı, ne Tevrât’a, hattâ ne de Allâh’a inanır. İçlerinden birçoğu yeryüzünde İlhâdı yaymak için uğraşıp durmakta, bu uğurda bilhassa Müsbet İlimleri ve Felsefeyi istismâr ederek, daha bin bir yolla insanların ağzından girip burnundan çıkarak onları Allâh’tan uzaklaştırmıya çalışmakta, çeşid çeşid süflî yollarla insanlardaki –onları hâs mânâda insan yapan- mânevî derinliği tahrîb etmekte, onlara sathî, boş, maddî-dünyevî bir hayât tarzı telkîn etmektedir.

İstitrâd

Muhakkak ki insanı en ulvî mânâsıyle “insan” yapan aslî haslet, zekâdan da, şuûrdan da, düşünceden de çok daha fazla, ondaki mânevî derinlikdir ve bu hâl, onda, en güzel şekliyle, ancak nezîh bir Allâh akîdesi sâyesinde doğar: Kul, nezîh bir Allâh akîdesinin lâzımesi –corollaire- olarak hayâtında dâimâ sıkı bir nefs terbiyesine uyar, şahsıyetini en güzel ahlâkî hasletlerle bezer, her gününü sâlih amellerle geçirmiye cehdeder, o zamân gönlünde, Yaradan’ın varlığını, şefkat ve muhabbetini hisseder (zîrâ O, Vedûd’dur), bu hisle mesrûr olur, bu hâlinden kuvvet alarak daha fazla sâlih amel işlemiye gayret eder (ki iki cihân saâdetinin esâsı budur)…

Dîğer taraftan, herhâlde en makbûl sâlih amel, canlı-cansız cümle mahlûkâtıyle şu Mahsûs Âlemin, şu Kâinâtın Allâh Azze ve Celle’nin eseri olduğunun idrâki içinde, Tecrübî İlim Usûlüyle sistemli araştırmalar yaparak onun sırlarına, kânûniyetlerine nüfûz etmek ve onlardan insanların maslahatına muvâfık sûrette istifâde yolları keşfetmek, buna imkân veren usûl, teknik ve sâir vâsıtaları îcâd etmekdir.

Ve yine herhâlde en yüce, en makbûl Zikrullâh, Kâinâtın mühim sırlarından, yânî kânûniyetlerinden birini keşfeden bir sahîh ilim adamının veyâ Kâinâtın sırlarını, nizâmını, hârikulâdeliklerini ilim adamlarından öğrenip bunlar üzerinde tefekkür eden lâlettâyîn bir insanın, o esnâda, Kâinâtın Rabbi’ne karşı idrâkinde ve kalbinde doğan engin hayrânlık, daha doğrusu haşyet hissidir…

Nurettin Topçu’nun “İnsanlar ve Yahûdiler” makâlesine tenkîdî bir yaklaşım

Türkiye, feylesof yetiştirmek bakımından tam bir çorak arâzîdir. Bu nâmüsâid vazıyete rağmen, şahsî gayretleriyle, tek tük feylesof çıkmaktadır. Bunların en kıymetlilerinden biri de, rahmetli Nurettin Topçu’dur (İstanbul, 20.11.1909 – a.y., 10.7.1975, Topkapı Tozlu Mez.). (Şu husûsa dikkati çekmek isteriz ki lise veyâ üniversitede felsefe dersi vermek, felsefe sâhasında ihtisâs yapmak, “feylesof” olmak demek değildir ve bilakis, “feylesof” olmak için felsefe tahsîli yapmak da şart değildir! Şart olan, sorgulayıcı, şüpheci bir tavırla, tenkîdî zihniyetle bol bol felsefî eser mütâlaa etmek ve hayât üzerinde, cem’iyet üzerinde, insanoğlunun her çeşid mes’elesi üzerinde –Tecrübî İlimlerin tesbîtlerini dikkate alarak- aynı zihniyet ve tavırla bizzât tefekkür etmekdir! Müslümana yakışan ise, bu tefekkürünü dâimâ Kur’ân-ı Hakîm ile irtibâtlandırmasıdır…)

Yukarıda, Yahûdilerin büyük bir kısmının İlâhî menşêli Kitâb sıfatıyle Tanah’a inanmadıkları gibi üstelik İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir müşâhedemizi kaydetmiştik. Garb Âlemindeki felsefî cereyânlara vukûfu tartışma götürmez olan rahmetli Topçu da, aynı tesbîte ulaşmış ve bunu, “İnsanlar ve Yahûdiler” başlıklı bir makâlede îzâh etmişti. Makâlesi, 1939’dan beri devre devre neşrettiği Fikir ve San’atta Hareket mecmûasının Eylûl 1967 târihli 21. sayısında (ss. 16-18) intişâr etmiştir. Rahmetlinin bilhassa felsefe ve ilim dünyâsından misâller zikrederek Yahûdilerin umûmiyetle (ki bunu biz diyoruz) İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir tesbîti, isbâtı mümkün isâbetli bir müddeâ olmakla berâber, bu makâlesinde, Irkçı bir yaklaşım içinde olduğu görülüyor. Bu yaklaşımını, ilk okuduğumuzda teessürle karşıladığımız gibi, bilâhare Eylûl 1989’da neşredilen Yahûdilik ve Dönmeler kitabımıza ondan naklen uzunca pasajlar dercettiğimiz zamân, iktibâsımızı bir tenkîd refâkatinde yaparak da bu hissiyâtımızı ifâde etmiştik. Binâenaleyh o zamân yaptığımız tenkîdi bugün de tekrâr ettikden sonradır ki makâlenin düşündürücü ve isâbetli bulduğumuz pasajlarını nakledeceğiz.

Topçu’da tenkîd ettiğimiz ilk husûs, Yahûdilerde pek yaygın olan bu “Allâh düşmanlığının” onların ırkî-insiyâkî bir husûsiyeti olduğuna dâir iddiâsıdır. O, Spinoza’nın son tahlîlde Materyalizmden (Ateizmin Münâfık şeklinden) başka bir şey olmıyan ve Masonluk tarafından da bir hayli kabûl görmüş olan Panteist (dîğer tâbirle Vahdetivücûdcu) felsefesini îzâh ederken şöyle bir giriş yapıyor:

“…Ebedîlik ümidinden, sonsuzluk sevgisinden ve peygamber şefaatinden mahrum olduğuna inanan bu beddualı kavim, insanlığın sahip olduğu ve hayatı yaşanmaya değer yapan bütün nimetlerden mahrum oluşunun intikamını almak hırsı ile, kin ve haset silâhları ile silâhlanarak, insanlık ruhunun ortaya koyduğu bütün büyük ve güzel şeyleri yıkmaktadır. Bunu madde hayatında her vasıtayı kullanarak yaptığı gibi, hayatın düzenleyicisi olan fikirler ve idealler dünyasında da yıkıcılığını müthiş bir hırs ve zulümle yapıyor. Alelâde zulüm fertlere çevriliyor; Yahudinin zulmü bütün insanlığa ve bütün temiz inançlarla hakikatlere saldırmaktadır. Bu zulüm yahudinin damarlarından fışkırıyor. Onu bilebile yapanlar olduğu gibi hiç farkında olmadan şuûraltından çıkartıp işleyenler de vardır. Bu sonuncuya misâl olarak ceddi İspanyol olan Hollandalı Yahudi filozofu Spinoza’yı gösterebiliriz.”

Bu pasajda, en fazla esef edilecek cümleler, son üç cümledir. Gencliğimizde (1986’da têlîf etmiş olduğumuz Yahûdilik ve Dönmeler kitabımızda) bu gayr-i ilmî ve gayr-i mâkûl yaklaşıma nasıl cevâb verdiysek bugün de aynı fikirdeyiz:

“Aslında kat’iyen ‘damarlarından’ veyâ genetiğinden değil, fakat fikriyâtından, ‘Kitâb-ı Mukaddes’inden ‘fışkırıyor’… Nitekim hiç Yahûdi terbiyesi almamış, fakat meselâ İslâm terbiyesiyle büyümüş bir Yahûdi çocuğu, pekâlâ mükemmel bir fazîlet nümûnesi olabilir! Dîğer tâbirle, bu gibi mes’elelerin ırkla, genetikle değil, fikriyâtla, terbiyeyle alâkası vardır.

“Hiç şüphesiz, (aslen “Marrano” olan) Spinoza’nın fikirlerinde de en fazla müessir olan, kat’iyen genetiği değil, fakat küçüklüğünden îtibâren aldığı sıkı Yahûdi terbiyesi ile bihakkın vâkıf olduğu Kabbala felsefesi ve yaşadığı devrin hayât şartları, ayrıca, Kartezyen (Dekartçı) Rasyonalizm ve emsâli muhtelif cereyânlardır.” (Yahûdilik ve Dönmeler 1989: 150)

Rahmetli Topçu’nun makâlesinden, Einstein’la alâkalı pasajı o zamân nakletmediğimiz gibi şimdi de nakletmiyeceğiz. Bu husûsta o zamân ne düşünüyorsak, bugün de aynı düşüncedeyiz. Yalnız, o zamânlar, Einstein’ın “Allâh-ü Ekber” deyişine bakarak, onun belki Müslümanlığı benimsediğine ihtimâl vermiştik. Sonraki araştırmalarımızda, kendisinin sıkı bir Siyonist olduğunu tesbît edince, bu faraziyemiz boşa çıktı…

“Müellifin Einstein ve Bergson hakkındaki –yanlış bulduğumuz- görüşlerini atlıyoruz. Bunlardan Einstein hakkında şu husûsu kaydetmeden geçemiyeceğiz: O, ömrünün son senelerinde, pek muhtemelen Müslüman olmuştu… Her hâl-ü-kârda, onun ilmî nazariyeleri birer felsefî görüş değildir ki bu husûsda Yahûdiliği mevzû-u bahsedilebilsin! Hiç şüphesiz, ilmî hakîkatler Yahûdi ilim adamları tarafından ortaya konulduklarında da aynı derecede mûteberdirler. Bu husûslarda sâdece ilmî isbât münâkaşaları yapılabilir. Dîğer taraftan, ilmin inkişâfına katkıda bulunmak, muhakkak ki Yahûdiler için de büyük bir şereftir. Fakat ameller niyetlere göre olduğu için, biz, onları, sâdece, ilmi, kendi gayr-i insânî emelleri istikâmetinde kullandıkları, bâtıl dâvâları uğrunda istismâr ettikleri için [daha doğrusu, istismâr ettikleri zamân] takbîh edebiliriz… [Ki bu hüküm, herkes için cârîdir…]” (Yahûdilik ve Dönmeler 1989: 152-153)

Nurettin Topçu’nun, Yahûdilerin, İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir tesbîti

Bu tenkîd ve îkazlardan sonra, Topçu’nun mezkûr makâlesinden iktibâs ettiğimiz aşağıdaki pasajlar, üzerinde ibretle düşünerek okunmıya değer. Onlardan evvel, makâlesinin ilk paragrafındaki şu şâyân-ı dikkat tesbît üzerinde derin derin düşünmek lâzımdır:

“Yahudi kâbesi olan mahud locanın canavar iştihası ile içimizden hergün yuttukları, gitgide kendilerine büyük ümit bağladıklarımıza kadar uzanmaktadır.”

Makâlenin devâmında, tesbîtine evvelâ Spinoza’yı misâl veriyor, arkasından Marx, Freud, v.s. ile devâm ediyor:

Spinoza ve Panteizmin hakîkî mâhiyeti: “Yahûdinin Allâh deyişi bile Allâh’ın inkârı oldu!”

“Bu bedbaht ve mazlum filozof (Spinoza), Allah’ı kâinatın bütünü olarak açıklayan sistemi içinde Allah’ın inkârı sonucuna varmıştı. Filhakika ‘Allah ve Kâinat bir ve ayni cevherdir, Allahtan başka bir şey yoktur ve olamaz’, dedikten sonra Allah’ı varlıktaki tam zorunluluğun içine hapsederek, yalnız kendi zorunlu kanunları ile idare edilen varlığı tanımış ve Allah’ın inkârına ulaşmış oluyordu. Böylece yahudinin Allah deyişi bile Allah’ın inkârı oldu.

Karl Marx: “Târihî Maddecilik”

“Yüzyılların üstünden atlayarak, sonradan protestanlığı kabul etmiş aslen yahudi ana ve babanın çocuğu olan Karl Marx’a gelince, ondaki insanlığı kurtarma dâvâsının saplandığı talihsizlik önünde şaşmamak kabil değildir. Onun, mazlum insanlığın haklarını kurtarma iddiasının yanında içtimaî hareketlerle müesseselerin, bütün tarihi içinde mutlaka iktisadî bir sebepten doğmuş olduğunu iddia etmekle hayatımızı her yerde ve her zaman düzenleyici olma rolünü yalnız maddeye bağışlayan tarihî maddeciliği, kurtuluşunu aradığı insanlığı kaba maddenin batağına saplamakta geciktirmiyecektir [gecikmiyecekdir].