Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (49)
Nurettin Topçu’nun mezkûr makâlesinden iktibâs ettiğimiz aşağıdaki pasajlar, üzerinde ibretle düşünerek okunmıya değer. Onlardan evvel, makâlesinin ilk paragrafındaki şu şâyân-ı dikkat tesbît üzerinde derin derin düşünmek lâzımdır: “Yahudi kâbesi olan mahud locanın canavar iştihası ile içimizden hergün yuttukları, gitgide kendilerine büyük ümit bağladıklarımıza kadar uzanmaktadır.”
Dünyânın en
büyük Siyonist müstemlekesi…
Ve Devletler
üstü bir Gizli Devlet…
Hükmetme hırsıyle bütün dünyâda teşkîlâtlandılar, büyük
bir dayanışma rûhuyle çalıştılar ve İnsanlık Âleminin binde dördünü teşkîl eden
bu topluluk onun tamâmının gidişâtını tâyîn eder hâle geldi… Öyle ki bütün
dünyânın gözünün içine bakarak işledikleri jenosid cürmünü dahi, bir tiyatro
sahnesi hâlinde, kuklalarına alkışlatabiliyorlar!
***
Mes’elenin
en vahîm birinci vechesi, böyle bir tasavvurun ancak bir Filistinli jenosidiyle
kuvveden fiile çıkabileceğidir. Zîrâ bedîhîdir ki Filistin, bir “hâlî arâzî”
değildi; bâzı Siyonistlerin propaganda ettikleri “une terre sans peuple pour un peuple sans terre (topraksız bir halk
için halksız bir toprak)” sloganı, göz göre göre vâkıayı tahrîf, hakîkati inkâr
eden bir sahtekârlıktı. (Amerika’da, v.s. sinema sanâyiine hâkim oldukları
için, böyle hayâlî Filistin filmleri göstermek onlar için kolaydı…)
Binâenaleyh, Yahûdi Devleti için, Montefiore’larla, Rothschild’lerle,
Netter’lerle, ilh… faâliyete geçtikleri 19. asrın ortalarından îtibâren bir Filistinli
jenosidi siyâseti tâkîb etmiye başladılar. Bir taraftan, hakîkî maksadlarını
gizliyerek, Osmanlı idârecilerini ve yerli halkı kandırdılar; bol bol arâzî
satın alarak, zirâî têsîsler, mektebler, iskân merkezleri kurarak oraya
yerleştiler; hem cemâat olarak tâlîmli, silâhlı bir kuvvet hâline geldiler, hem
de büyük nüfûzlarının bulunduğu İngiltere gibi, Fransa gibi, Amerika gibi
Devletlerin himâyesine sığındılar. Osmanlı idârecileri ile yerli halktan bir
kısmını da satın aldılar. Zâten Osmanlı İdâresini bir kanser gibi sarmış olan Siyonsit-Sabataî-Mason
zümresi de onlar için çalışıyor ve bu da işlerini kolaylaştırıyordu. Böylece
bir taraftan hîleyle, şeytânlıkla, dîğer taraftan kendi Cemâatlerinin veyâ
mâhûd Büyük Devletlerin zorbalığını kullanarak, Filistin arâzîsini
Filistinlilerden temizleme vetîresini başlattılar, onları asırlar ve asırlardır
sâhibi oldukları vatanlarından sürmiye, müstakil bir millî varlık olarak
tedrîcen yok olmalarına zemîn hazırlamıya başladılar. Bu vâsıtalar kâfî
gelmeyince, tedhîş yoluyle Filistinlileri yıldırmıya, Vatanlarını terketmiye
zorladılar. Pek çok Filistinli de tedhîş fiilleri esnâsında veyâ onun
netîcesinde içine sürüklendikleri tahammülfersâ hayât şartlarında telef
oldular. Bu kadarı dahi kâfî gelmeyince, bin bir desîseyle idâresini ele
geçirdikleri, bir “Sabataî-Mason Devleti” hâline getirdikleri Osmanlı’yı
–mağlûbiyete mahkûm saflarda- Cihân Harbine sürüklediler ve Harbin en hayâtî
ânında, uzun zamândır “Sabataî Şef”le berâber planladıkları muazzam bir
ihânetle Filistin Cephesinin çökmesini têmîn ettiler. Bundan sonraki safhalarda
dahi hep benzeri desîselerle, zorbalıkla, pek çok Filistinliye katlederek,
milyonlarca Filistinliyi Vatanlarından kaçırtarak jenosid siyâsetlerine devâm
ettiler, devâm ediyorlar… Kudretlerinin zirvesine ulaştıkları için, artık
kimseden pervâları yok! Aylar ve aylardır, her gün yeni bir vahşet sahnesi! Ve
bütün dünyâ, onların vahşetini acz içinde seyrediyor! Bittabi, insanlık
hislerini kaybetmemiş dünyâ! Bir şey yapamıyor, hiç olmazsa gözyaşı döküyor!
Bir de öyle bir dünyâ var ki Siyonist Emperyalizminin bütün cinâyetlerinde,
bütün cürümlerinde ona ortaktır!
Siyonizmin mesnedi:
Muharref Tevrât ve “Mesîh” akîdesi
Mes’elenin
ikinci vahîm cephesi ise, Siyonizmin, Muharref Tevrât’ın hurâfelerine ve yine
bir hurâfe ve safsatadan başka bir şey olmıyan “Mesîh / Mehdî (le Messie)” akîdesine (le messianisme) istinâd etmesidir.
Yukarıda, bizzât hahamların îzâhıyle bu akîdenin ne menem bir şey olduğunu
gördük.
Aslında,
Yahûdilerin büyük bir kısmı, ne Tevrât’a, hattâ ne de Allâh’a inanır.
İçlerinden birçoğu yeryüzünde İlhâdı yaymak için uğraşıp durmakta, bu uğurda
bilhassa Müsbet İlimleri ve Felsefeyi istismâr ederek, daha bin bir yolla
insanların ağzından girip burnundan çıkarak onları Allâh’tan uzaklaştırmıya
çalışmakta, çeşid çeşid süflî yollarla insanlardaki –onları hâs mânâda insan
yapan- mânevî derinliği tahrîb etmekte, onlara sathî, boş, maddî-dünyevî bir
hayât tarzı telkîn etmektedir.
İstitrâd
Muhakkak
ki insanı en ulvî mânâsıyle “insan” yapan aslî haslet, zekâdan da, şuûrdan da,
düşünceden de çok daha fazla, ondaki mânevî derinlikdir ve bu hâl, onda, en
güzel şekliyle, ancak nezîh bir Allâh akîdesi sâyesinde doğar: Kul, nezîh bir
Allâh akîdesinin lâzımesi –corollaire-
olarak hayâtında dâimâ sıkı bir nefs
terbiyesine uyar, şahsıyetini en güzel ahlâkî hasletlerle bezer, her gününü
sâlih amellerle geçirmiye cehdeder, o zamân gönlünde, Yaradan’ın varlığını,
şefkat ve muhabbetini hisseder (zîrâ O, Vedûd’dur), bu hisle mesrûr olur, bu
hâlinden kuvvet alarak daha fazla sâlih amel işlemiye gayret eder (ki iki cihân
saâdetinin esâsı budur)…
Dîğer
taraftan, herhâlde en makbûl sâlih amel, canlı-cansız cümle mahlûkâtıyle şu
Mahsûs Âlemin, şu Kâinâtın Allâh Azze ve Celle’nin eseri olduğunun idrâki
içinde, Tecrübî İlim Usûlüyle sistemli araştırmalar yaparak onun sırlarına,
kânûniyetlerine nüfûz etmek ve onlardan insanların maslahatına muvâfık sûrette
istifâde yolları keşfetmek, buna imkân veren usûl, teknik ve sâir vâsıtaları
îcâd etmekdir.
Ve yine
herhâlde en yüce, en makbûl Zikrullâh, Kâinâtın mühim sırlarından, yânî
kânûniyetlerinden birini keşfeden bir sahîh ilim adamının veyâ Kâinâtın
sırlarını, nizâmını, hârikulâdeliklerini ilim adamlarından öğrenip bunlar
üzerinde tefekkür eden lâlettâyîn bir insanın, o esnâda, Kâinâtın Rabbi’ne
karşı idrâkinde ve kalbinde doğan engin hayrânlık, daha doğrusu haşyet
hissidir…
Nurettin Topçu’nun
“İnsanlar ve Yahûdiler” makâlesine tenkîdî bir yaklaşım
Türkiye,
feylesof yetiştirmek bakımından tam bir çorak arâzîdir. Bu nâmüsâid vazıyete
rağmen, şahsî gayretleriyle, tek tük feylesof çıkmaktadır. Bunların en
kıymetlilerinden biri de, rahmetli Nurettin Topçu’dur (İstanbul, 20.11.1909 –
a.y., 10.7.1975, Topkapı Tozlu Mez.). (Şu husûsa dikkati çekmek isteriz ki lise
veyâ üniversitede felsefe dersi vermek, felsefe sâhasında ihtisâs yapmak,
“feylesof” olmak demek değildir ve bilakis, “feylesof” olmak için felsefe
tahsîli yapmak da şart değildir! Şart olan, sorgulayıcı, şüpheci bir tavırla,
tenkîdî zihniyetle bol bol felsefî eser mütâlaa etmek ve hayât üzerinde,
cem’iyet üzerinde, insanoğlunun her çeşid mes’elesi üzerinde –Tecrübî İlimlerin
tesbîtlerini dikkate alarak- aynı zihniyet ve tavırla bizzât tefekkür etmekdir!
Müslümana yakışan ise, bu tefekkürünü dâimâ Kur’ân-ı Hakîm ile
irtibâtlandırmasıdır…)
Yukarıda,
Yahûdilerin büyük bir kısmının İlâhî menşêli Kitâb sıfatıyle Tanah’a
inanmadıkları gibi üstelik İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir müşâhedemizi
kaydetmiştik. Garb Âlemindeki felsefî cereyânlara vukûfu tartışma götürmez olan
rahmetli Topçu da, aynı tesbîte ulaşmış ve bunu, “İnsanlar ve Yahûdiler”
başlıklı bir makâlede îzâh etmişti. Makâlesi, 1939’dan beri devre devre
neşrettiği Fikir ve San’atta Hareket mecmûasının
Eylûl 1967 târihli 21. sayısında (ss. 16-18) intişâr etmiştir. Rahmetlinin
bilhassa felsefe ve ilim dünyâsından misâller zikrederek Yahûdilerin umûmiyetle
(ki bunu biz diyoruz) İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir tesbîti, isbâtı
mümkün isâbetli bir müddeâ olmakla berâber, bu makâlesinde, Irkçı bir yaklaşım
içinde olduğu görülüyor. Bu yaklaşımını, ilk okuduğumuzda teessürle
karşıladığımız gibi, bilâhare Eylûl 1989’da neşredilen Yahûdilik ve Dönmeler kitabımıza ondan naklen uzunca pasajlar dercettiğimiz
zamân, iktibâsımızı bir tenkîd refâkatinde yaparak da bu hissiyâtımızı ifâde
etmiştik. Binâenaleyh o zamân yaptığımız tenkîdi bugün de tekrâr ettikden
sonradır ki makâlenin düşündürücü ve isâbetli bulduğumuz pasajlarını
nakledeceğiz.
Topçu’da
tenkîd ettiğimiz ilk husûs, Yahûdilerde pek yaygın olan bu “Allâh
düşmanlığının” onların ırkî-insiyâkî bir husûsiyeti olduğuna dâir iddiâsıdır.
O, Spinoza’nın son tahlîlde Materyalizmden (Ateizmin Münâfık şeklinden) başka
bir şey olmıyan ve Masonluk tarafından da bir hayli kabûl görmüş olan Panteist
(dîğer tâbirle Vahdetivücûdcu) felsefesini îzâh ederken şöyle bir giriş yapıyor:
“…Ebedîlik
ümidinden, sonsuzluk sevgisinden ve peygamber şefaatinden mahrum olduğuna
inanan bu beddualı kavim, insanlığın sahip olduğu ve hayatı yaşanmaya değer
yapan bütün nimetlerden mahrum oluşunun intikamını almak hırsı ile, kin ve
haset silâhları ile silâhlanarak, insanlık ruhunun ortaya koyduğu bütün büyük
ve güzel şeyleri yıkmaktadır. Bunu madde hayatında her vasıtayı kullanarak yaptığı
gibi, hayatın düzenleyicisi olan fikirler ve idealler dünyasında da
yıkıcılığını müthiş bir hırs ve zulümle yapıyor. Alelâde zulüm fertlere
çevriliyor; Yahudinin zulmü bütün insanlığa ve bütün temiz inançlarla
hakikatlere saldırmaktadır. Bu zulüm yahudinin damarlarından fışkırıyor. Onu
bilebile yapanlar olduğu gibi hiç farkında olmadan şuûraltından çıkartıp
işleyenler de vardır. Bu sonuncuya misâl olarak ceddi İspanyol olan Hollandalı
Yahudi filozofu Spinoza’yı gösterebiliriz.”
Bu
pasajda, en fazla esef edilecek cümleler, son üç cümledir. Gencliğimizde
(1986’da têlîf etmiş olduğumuz Yahûdilik
ve Dönmeler kitabımızda) bu gayr-i ilmî ve gayr-i mâkûl yaklaşıma nasıl
cevâb verdiysek bugün de aynı fikirdeyiz:
“Aslında
kat’iyen ‘damarlarından’ veyâ genetiğinden değil, fakat fikriyâtından, ‘Kitâb-ı
Mukaddes’inden ‘fışkırıyor’… Nitekim hiç Yahûdi terbiyesi almamış, fakat meselâ
İslâm terbiyesiyle büyümüş bir Yahûdi çocuğu, pekâlâ mükemmel bir fazîlet
nümûnesi olabilir! Dîğer tâbirle, bu gibi mes’elelerin ırkla, genetikle değil,
fikriyâtla, terbiyeyle alâkası vardır.
“Hiç
şüphesiz, (aslen “Marrano” olan) Spinoza’nın fikirlerinde de en fazla müessir
olan, kat’iyen genetiği değil, fakat küçüklüğünden îtibâren aldığı sıkı Yahûdi
terbiyesi ile bihakkın vâkıf olduğu Kabbala felsefesi ve yaşadığı devrin hayât
şartları, ayrıca, Kartezyen (Dekartçı) Rasyonalizm ve emsâli muhtelif
cereyânlardır.” (Yahûdilik ve Dönmeler
1989: 150)
Rahmetli
Topçu’nun makâlesinden, Einstein’la alâkalı pasajı o zamân nakletmediğimiz gibi
şimdi de nakletmiyeceğiz. Bu husûsta o zamân ne düşünüyorsak, bugün de aynı
düşüncedeyiz. Yalnız, o zamânlar, Einstein’ın “Allâh-ü Ekber” deyişine bakarak,
onun belki Müslümanlığı benimsediğine ihtimâl vermiştik. Sonraki
araştırmalarımızda, kendisinin sıkı bir Siyonist olduğunu tesbît edince, bu
faraziyemiz boşa çıktı…
“Müellifin
Einstein ve Bergson hakkındaki –yanlış bulduğumuz- görüşlerini atlıyoruz.
Bunlardan Einstein hakkında şu husûsu kaydetmeden geçemiyeceğiz: O, ömrünün son
senelerinde, pek muhtemelen Müslüman olmuştu… Her hâl-ü-kârda, onun ilmî
nazariyeleri birer felsefî görüş değildir ki bu husûsda Yahûdiliği mevzû-u
bahsedilebilsin! Hiç şüphesiz, ilmî hakîkatler Yahûdi ilim adamları tarafından
ortaya konulduklarında da aynı derecede mûteberdirler. Bu husûslarda sâdece
ilmî isbât münâkaşaları yapılabilir. Dîğer taraftan, ilmin inkişâfına katkıda
bulunmak, muhakkak ki Yahûdiler için de büyük bir şereftir. Fakat ameller
niyetlere göre olduğu için, biz, onları, sâdece, ilmi, kendi gayr-i insânî emelleri
istikâmetinde kullandıkları, bâtıl dâvâları uğrunda istismâr ettikleri için
[daha doğrusu, istismâr ettikleri zamân] takbîh edebiliriz… [Ki bu hüküm,
herkes için cârîdir…]” (Yahûdilik ve
Dönmeler 1989: 152-153)
Nurettin Topçu’nun,
Yahûdilerin, İlhâd bayrakdârlığı yaptıklarına dâir tesbîti
Bu tenkîd
ve îkazlardan sonra, Topçu’nun mezkûr makâlesinden iktibâs ettiğimiz aşağıdaki
pasajlar, üzerinde ibretle düşünerek okunmıya değer. Onlardan evvel,
makâlesinin ilk paragrafındaki şu şâyân-ı dikkat tesbît üzerinde derin derin
düşünmek lâzımdır:
“Yahudi
kâbesi olan mahud locanın canavar iştihası ile içimizden hergün yuttukları,
gitgide kendilerine büyük ümit bağladıklarımıza kadar uzanmaktadır.”
Makâlenin
devâmında, tesbîtine evvelâ Spinoza’yı misâl veriyor, arkasından Marx, Freud,
v.s. ile devâm ediyor:
Spinoza ve
Panteizmin hakîkî mâhiyeti: “Yahûdinin Allâh deyişi bile Allâh’ın inkârı oldu!”
“Bu
bedbaht ve mazlum filozof (Spinoza), Allah’ı kâinatın bütünü olarak açıklayan
sistemi içinde Allah’ın inkârı sonucuna varmıştı. Filhakika ‘Allah ve Kâinat
bir ve ayni cevherdir, Allahtan başka bir şey yoktur ve olamaz’, dedikten sonra
Allah’ı varlıktaki tam zorunluluğun içine hapsederek, yalnız kendi zorunlu
kanunları ile idare edilen varlığı tanımış ve Allah’ın inkârına ulaşmış
oluyordu. Böylece yahudinin Allah deyişi bile Allah’ın inkârı oldu.
Karl Marx: “Târihî
Maddecilik”
“Yüzyılların
üstünden atlayarak, sonradan protestanlığı kabul etmiş aslen yahudi ana ve
babanın çocuğu olan Karl Marx’a gelince, ondaki insanlığı kurtarma dâvâsının
saplandığı talihsizlik önünde şaşmamak kabil değildir. Onun, mazlum insanlığın
haklarını kurtarma iddiasının yanında içtimaî hareketlerle müesseselerin, bütün
tarihi içinde mutlaka iktisadî bir sebepten doğmuş olduğunu iddia etmekle
hayatımızı her yerde ve her zaman düzenleyici olma rolünü yalnız maddeye
bağışlayan tarihî maddeciliği, kurtuluşunu aradığı insanlığı kaba maddenin
batağına saplamakta geciktirmiyecektir [gecikmiyecekdir].