Yahûdilik-Masonluk münâsebeti (111)
Sabataîlik hakkında Osmanlı’nın affedilmez lâkaydîsi
2) Sabatay hâdisesinin birinci derecede alâkadârı olan,
olması lâzım gelen Türk ve Müslüman idârecileri, ilim ve fikir adamları, bu
cereyâna karşı, üç buçuk - dört asırdır sürüp gelen inanılmaz ve affedilmez bir
gaflet içinde bulunmuşlar, bu ölümcül gaflet ve lâkaydînin bir tezâhürü olarak,
Osmanlı müellifleri, bu mes’eleyi, Avrupalılar kadar dahi (ki ilk temsîlcileri,
Sabatay Sevi hakkındaki
–birinci elden vesîkalara ve İzmir’deki şahsî müşâhedelerine müstenid- tedkîki
1669’da, Amsterdam’da basılan Felemenk Protestan Râhibi Thomas Coenen’dir)
araştırmamışlar, araştırmadıkları gibi, onların araştırmalarına da bîgâne
kalmışlar ve tâ –üç cildlik-
Târih-i Siyâsî-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye kitabının
(1908) müellifi Sadrâzam Kıbrıslı Kâmil Paşa’ya kadar, Nişâncı (Tuğracı) Abdî
Paşa’nın
Vekâyinâme’sindeki (1666) sathî, hattâ ahmakça kaleme alınmış
yarım sayfalık metni –cüz’î tâdilâtla- tekrâr ededurmuşlardır… (Bu metinler
için kaynak:
Bunun gibi, Edirne Hahambaşısı Abraham Danon’un, “Dönmeler” hakkında, 1897’de, Pâris’de, On Birinci Beynelmilel Şarkiyâtçılar Kongresi’nde sunduğu, birinci elden, fevkalâde kıymetdâr bilgileri muhtevî teblîğine dahi alâka göstermemişlerdir…
(İbrahim Alâettin
Gövsa
, Sabatay Sevi; İzmirli Meşhur Sahte
Mesih Hakkında Tarihî ve İçtimaî Tetkik Tecrübesi
. İstanbul: Semih Lûtfi
Kitabevi, 1940, 100 s.; kapak ve 48. s.)
***
Münâfıklıklarının
sebebi, “Osmanlı zorbalığı” değildir
3) Günümüzde, Yahûdi-Sabataî müellifleri, mûtâd “mazlûm
edebiyâtı”na uygun olarak ve bunun için de,-her zaman yaptıkları gibi-
hakîkatleri ters-yüz ederek, Sabataîliğin “Osmanlı zorbalığının, Osmanlı baskı
ve zulmünün” bir netîcesi olduğunu iddiâ ediyorlar…
Hâlbuki, “Mesîhliğini” îlân eden Sabatay, kendisinin kralı
olacağı ve –dünyânın dört bir köşesine kral nâibi tâyîn ettiği- 12 yardımcıyle berâber
idâre edeceği bir Yahûdi Dünyâ Devleti têsîs etmek emeliyle yola çıkmış, açıkça
Osmanlı Pâdişâhının tahtına oturacağını propaganda etmiş, iddiâlarına inanmıyan
birçok hahamla karşı karşıya gelmiş,
Yahûdi cemâatlerinde kargaşa ve çatışmalara sebeb olmuştur. Bu
gelişmeler, tabiî olarak, umûmî âsâyiş ve ictimâî huzûru da bozmuş, netîcede,
bizzât hahamların şikâyeti üzerine, Osmanlı resmî makâmları mes’eleye müdâhil
olmak mecbûriyetinde kalmışlardır. Böylesine bir fesâd hareketinin müsebbibi,
elbette îdâmı hakketmişti. (Osmanlı, bundan çok daha hafîf cürümler için nice
insanın kellesini uçurmuştur…) Fakat, Pâdişâh ve etrâfındakiler, -Müslümanların
umûmî tavrına muvâfık olarak- zaaf göstermişler, sübût etmiş cürmüne mukâbil,
hemen onu îdâm etmek yerine, “Mesîhlik” iddiâsından vazgeçip ihtidâ ederse,
affa mazhar olacağını, hattâ iltifât göreceğini kendisine bildirmişlerdir.
Görülüyor ki burada, bir cebir değil, îdâmı hakketmiş birisinin şarta tâbi affı
bahis mevzûudur. Zâten İslâmda “Lâ ikrâhe fi’d-dîn” umdesinin cârî olduğu cümlenin
mâlûmudur. Sabatay, merd bir adam olsaydı, sonuna kadar dâvâsının tâkîbcisi
olur ve ölümden korkmazdı. Fakat o, fazlasıyle hakkettiği îdâma râzı olamamış,
kendi hür irâdesiyle, ihtidâ etmiş görünerek, Münâfıkça yaşamayı tercîh
etmiş, üstelik, zâhirî ihtidâsına,
(Prof. Dr. Gershom Scholem’in tesbît ettiği gibi) dînî bir kılıf giydirmiş, Kabbalacı
lâfazanlıkla, bunu “ilâhî vazîfesi”nin bir îcâbı gibi takdîm etmiştir…
Sabatay Sevi’nin sahte ihtidâsı bir tarafa, ya âilesinin,
etrâfının ve sâir mürîdlerinin de Münâfıklığı tercîh etmelerine ne demeli?
Çünki onların, böyle bir hayât-memât mes’elesi hiç bahis mevzûu değildi. Onlar
da ancak kendi hür irâdeleriyle Münâfık reîslerinin izinden gitmeyi tercîh
etmişlerdir. Binâenaleyh, Sabataîliğin Münâfıklık ve gizliliği ihtiyâr etmesi,
bir hayât-memât endîşesinin netîcesi değildir, dînî bir tercîhdir ve Sabatay
Sevi gibi bu kitlenin dahi cebren, baskı altında “ihtidâ” ettiğini yazmak,
büyük bir tahrîfkârlıktır. (
Mustafa
Kemâl’in Havradaki Resmî Cenâze Âyini
isimli araştırmamızdan; Yeni Söz, 11.9.2022/38)
***
Selânik: “Balkanlar’ın Kudüs’ü”
4) Selânik’i Bizanslılar ve Venediklilerden
fethettik, Yahûdilere teslîm ettik!
Şöyle ki:
Muâsır
Türkiye târihini şekillendiren bu şehir, 1374'ten îtibâren, I. Murâd, Yıldırım
Bâyezid ve Mehmed Çelebi devirlerinde, birkaç def'a Bizanslılar, Venedikliler
ve Türkler arasında el değiştirdikden sonra, II. Murâd tarafından 1430'da kat'î
olarak Osmanlı topraklarına katıldı ve Balkan Harbi felâketine kadar Osmanlı
hudûdları içinde kalmıya devâm etti.
İspanya’daki
Engiziyon mezâliminden kaçan Yahûdi ve Marranoların (-aynen, netîcede jenoside
mârûz kalmış üç yüz bin “Morisko”, yânî gizli Müslüman gibi- inanclarını
gizlemek mecbûriyetinde kalmış Yahûdilerin, ki onlar, bu sebeble, Sabataîlerden
ayrı tutulmalıdır) büyük bir kısmının, -II. Bâyezid Han’ın himmetiyle- Osmanlı
topraklarına yerleşirken, tercîhleri Selânik oldu. (Osmanlı’nın onları bu
himâyesi, esâs îtibâriyle, mazlûmlara yardımı emreden Müslümanlık gayretiyle
idi; lâkin içlerinden bâzıları, büyük bir nankörlükle, bu himâyeyi, iktisâdî
sâiklerle îzâh etmiye çalışıyorlar…) O zamâna kadar burada, sâdece, Bizanslılar
devrinden kalmış küçük bir Yahûdi cemâati (Romanîler, “
Romaniotes”)
yaşıyordu. Bu küçük cemâat, aynen şehre değişik zamanlarda yerleşen Aşkenazlar
(Şarkî Avrupa Yahûdileri) gibi, kalabalık Sefarad cemâati içinde eridi ve
arkası kesilmiyen Sefarad muhâceretlerinin tabiî nüfûs artışını tezyîd
etmesiyle, 1550'den îtibâren, şehirde nüfûs ekseriyeti Yahûdilere geçti. Bununla
berâber orada (her Cumartesi limanda hayât duracak kadar) iktisâdî üstünlüğü de
sağladılar ve bundan sonra, dört asır zarfında, Selânik, bir Yahûdi şehri ve
dünyâ (yâhud en azından Sefarad) Yahûdiliğinin merkezi olarak kaldı. Öyle ki,
kendi aralarında, ona, “
La Jerusalén de
los Balcanes
(Balkanlar'ın Kudüs'ü)” ve “La Madre de Israel (İsrâil'in Annesi)” isimlerini verdiler…
Siyonist ve Sabataîlerin Grande Oriente d’Italia’ya tâbi olarak têsîs ettikleri
Macedonia Risorta (Maçedônya Risôrta)’nın sütûnları arasında vücûd bulan
İttihâd ve Terakkî Komitası ise, “Kemalist Türkiye”nin de beşiği olan bu şehri,
“Kâbe-i Hürriyet” nâmıyle tebcîl etti… 20. asra kadar şehrin siluetinde dikkati
çeken minârelere gelince, onlar, âdetâ, sahîh Türklerin ancak Kale civârında ve
hâricinde sersefîl ve sığıntı gibi yaşadıkları bu şehrin Yahûdi ve Münâfık
çehresini gizlemiye, “Türklerin gözünü boyamıya” yarıyan bir nikâb
mesâbesindeydiler…