Ya şükreder ya da küfreder insan
İnsanoğlu ahlaki olarak sınıfta kaldı desek haksızlık olur lakin son bir asırda insanların maddi-teknolojik alanda aldığı mesafe, ahlaki olarak son 2 bin yılda aldığı mesafenin bin katıdır diyebiliriz. Keza, uzaya koloni kurmaya hazırlanan insanoğlu, komşusunun acısını umursamaz hale gelmiş ise burada insanlık adına utanılacak bir durum olduğunu da söyleyebiliriz.
İnsanoğlu “yığma” derdinde; doymak
bilmez bir şekilde yığıyor; arazi yığıyor, para yığıyor, değerli eşyaları
yığmada müsrif ve mübazir… Tekâsur boyutuna varan bir çoğaltma-yığma arzusu ile
yanıp tutuşan insanın değerleri gibi derdi de değişiyor.
Üstelik;
Kazancını (hayr) kendisinden, kaybını
(şer) Allah’tan bilen Ademoğlu, tıpkı “Kızları Allah’a, erkekleri de
kendisine pay etme”de gösterdiği “haksız paylaşımı” burada da sergiliyor.
Kendisini ve eylemlerini sorgulamayan, “hayatın anlamını” aramayan,
dolayısıyla Yaradan’a dünyasında gereğince yer vermeyenlerin hadisatı değerlendirmeleri
isabetli olmadığı gibi, bu isabetsiz değerlendirmelerden dolayı doğru bir
istikamete sahip olamıyor. Hal böyle olunca hayattaki sınavımız bizi yoruyor ve
bu yorgunluk insanı çabuk bezdiriyor.
Zorluğa gelmiyoruz; çabuk kırılıyor, pes
ediyoruz. Mücadele yeteneğimizi, güçlüklere karşı dayanıklılığımızı kaybettik.
Hakikate dair değerlendirmelerimiz de darlık zamanlarımızda farklı, ferah
zamanlarımızda farklılık gösteriyor. Yani “durumuna göre”lik pusulamız
olmuş. Bütün insanların böyle “kaypak” olduğunu söyleyecek değiliz,
lakin azıcık da olsa dara düşen insanların müferreh insandan farklı duygu ve
düşüncelere ve tabi ki değerlendirmelere sahip olduğu hepimizin malumudur.
Şayet,
Darlıkta da genişlikte de kainatın
Sahibi’nin şahdamarımızdan daha yakın olduğunu unutmaz isek o vakit yaradılış
gayemize uygun niyet, düşünce ve eylemlerde bulunabiliriz ve bu yaklaşım bizim
sabitemize dönüşmeli ki ayağımız kaydığında zaman kaybetmeden “müstakim”
olabilelim.
Hepimiz hayatımızda zorluklarla imtihan
ediliriz. Tıpkı zenginlikle, makam ile çokça evlat ile kadın-erkek ile imtihana
çekildiğimiz gibi: hangimizin sınavımızı daha iyi vereceğimiz ortaya çıksın
diye…
Unutmamalıyız ki;
Yüce Rabbimiz kimimize vererek, kimimize
de vermeyerek sınar bizi. Ama şu gerçek ki “kullarının duasına icabet
edeceğini” buyuran Rabbimiz, bazen istediğimizi vererek duamızı kabul ederken,
bazen de istediğimizi vermeyerek duamızı kabul ediyor; yeter ki O’na güvenelim,
O’na tevekkül edelim.
Aslında hepimize yeterince vermiş
Rabbulalemin: Hayat bahşeden Mevla kullarına hayır diler, hayır dilemek en
büyük vergidir. Kanaatkâr, mütevekkil, temiz kalpli olunca görürüz ki Rabbimiz
bizi yalnız bırakmamıştır, bırakmayacaktır.
Uzun süre önce dinlemiştim.
Saygıdeğer bir Hocamızın Malatya
Otogarı’nda karşılaştığı yaşlı bir hamalın sözleri bu anlamda çok manidar,
eğitici ve bir o kadar da öğreticiydi.
Hocamız Malatya’dan Diyarbekir’e gitmek
için Malatya Otobüs Terminaline gider. Valizini almaya gelen yaşlı hamal amcaya
sorar:
Nasılsın Amca Bey?
Yaşlı amca mütevazı ama bütün yüreğiyle
inandığı Rabbi’ne şükranla, “Keremine şükür” diye cevap verir. Samimiyet
ve tevekkül tebessümüne öyle yansımıştı ki adeta hamal amcanın, “Bundan daha
güzel bir yaşantı olabilir mi ki?” der gibiydi “Keremine şükr”ü.
Keremine şükür!
Bu yaşlı haline rağmen helal yolla rızkını
temin için kul olarak üzerine düşeni yaparak sebebe sarılabilmesini “Kerem
Sahibi”nin bir “ikramı” olarak görüyor hamallık yapan yaşlı adam. Sırtında
ağır yükler taşıyarak geçimini sağlayan Hamalın, “O’nun ‘Kerem sahibi’
olduğunu” ve Yüce Mevla’sının kendisini de “bu kereminden pay sahibi
kıldığı”nı ve bunun ikramın idrakinde oluşunuşükretmeyi
gerektirdiğini unutmaması inanan insan için en büyük nimet ve “kerem”dir.
Ya siz-biz?
Madden ya da manen birazcık dara
düştüğümüzde “Keremine şükür” diyor muyuz?
Yoksa iman ettiğimiz Allah Teala’ya,
O’nun Rezzak oluşuna, Müheymin oluşuna, Rahman, Rahim ve Basit oluşuna olan
itimadımızı unutuyor muyuz?