Ya içinde virüs varsa!..
İlkbaharın canlanışına şahit olan şu gözler, bir yandan da kabir toprağına düşen canları da görmektedir. Teknolojinin çılgınlığının yaşandığı şu dönemde kendisini tepelerde gören, kibrinden dolayı kimseyi beğenmeyen, aralarında uçurumlar oluşturup kedini Kaf dağında görenlerle sıradan vatandaş hiç bu kadar birbirine yakın olmamıştı. Aynı acıyı aynı anda tatmamış, ölümün soğuk nefesini ensesinde bu kadar yakın hissetmemişti.
Yaşama sevinci ve ölümle ürperiştir insanı kendine getiren. Ne zaman ki ölüm unutulur işte o anda herkesi saran musibetler ile baş başa kalır insanoğlu. Bunda dolayı Allah Resulü “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” der.
Şüphesiz her canlı ölümü tadacaktır. Denenme yeri olan bu dünya hayırla ya da şerle karşımızda olacaktır. Dönüşün, geldiği yere olduğunu unutmayanların kazananlar olacağı da malumumuzdur. Zira Rahman hangimizin daha güzel amel işleyeceğimizi denemek için ölümü ve hayatı yarattığını bize bildirmiştir.
İster sarayda isterse samanlıkta ömür geçirsek de bir gün ölümün acısını tadacak, yaptıklarımız ile yüz yüze geleceğiz.
Kaçış var mı? Sarp yokuşların arkasında, sarp kayaların içinde olsak da ölüm sarhoşluğu geldiğinde kaçtığımız şey ne ise onunla yüzleşeceğiz.
Bir yandan iki günlük dünya deyip diğer yandan bitmez tükenmez egolarımızı önümüze katar ve etrafımızdakilere zalimlik yaparsak, yaptıklarımızın karşılıksız kalacağını mı sanırız?
Kendimizden çok uzaklarda gördüğümüz ölüm, şu an belki içimize aldığımız bir virüs ile bize yakın olmuş durumda. İstemsiz bir şekilde içine alanları nasıl da bir anda bitirip, kara toprağa sahipsizmiş gibi sessizce bıraktığı da gözlerimiz önünde.
Düşünce dünyamıza düşen ise bu yaşadıklarımızın, gördüklerimizin içinde bulunduğumuz bütün güzelliklerin serap olduğu...
Kıyamet! İnsanın ölümü değil de nedir?
Ben öldükten sonra hayat devam etse ne önemi var ki?
Arkada bıraktıklarımız ya sitemle ya da hayırla yâd edecek. Peki, benim, senin bunu değiştirme imkânımız olacak mı?
Büyüklerimizden Hasan-ı Basrî bir cenazenin defin işlemleri bittikten sonra yanındaki kişiye;
“Bu vefat eden zat, acaba şu anda dünyaya geri dönüp salih amellerini, zikirlerini artırmayı ve günahlarına daha fazla istiğfar etmeyi düşünüyor mudur?” diye sorar.
“Evet, tabii ki düşünüyordur.” der. Bunun üzerine;
“O hâlde bize ne oluyor ki bu vefat eden kişi gibi düşünmüyoruz?”
Bir menkıbe olarak önümüze düşen şu ibretli manzara, ölümün acısını tatmış iki kişiden bize kalan hatıra değil midir?
Henüz canımız bedende, nefesimiz içimizde, sesimiz boğazımızdayken kırdığımız kalpleri tamir etmezsek, haklıya hakkını vermezsek, bizim üzerimizde en çok hakları olan kişileri egolarımıza kurban edersek yalnızlığın en büyük acısını ölmeden hissetmez miyiz?
Yarına çıkıp çıkmayacağın belli değilken, heva ve hevesinin arkasında koşman ne diye?
Onca nasihatler yapılıyorken, ölüm bu kadar yakınken bu tripler kime?
Yaşatanın da öldürenin de Allah olduğunu biliyorken, kendine bu kadar güvenmen ne diye?
Eğer bizler En’âm Sûresi’nin 162. ayetini göz önümüze alır da namazımızın, ibadetimizin, hayatımızın ve ölümümüzün varlıkların Rabbi olan Allah için olduğunu bilerek yaşarsak aç kalınmayan, boş sözler söylenmeyen, rahatsızlık veren hiçbir şeyin olmayacağı güvenilir yer bizi bekleyecektir.
Unutmamak gerek! Ölüm olmazsa cennet yok. Sonu cennete çıkmayan her yolculuk zaten yok oluştur, zindandır.
Gelin canlar! Bu günleri fırsat bilip kaçırdıklarımızın ellerini tutalım. Evlerimizde eşlerimiz ve yavrularımızın gözlerinin içine bakalım. Onları çok sevdiğimizi tekrar tekrar söyleyelim. Hatalarımızı telafi etmek için bundan daha iyi bir ortam olmayacaktır.
İçinizde bir virüs olduğu haberini alırsanız geç kalmış olabilirsiniz?