Virüs denen imkân ve imtihan…
Zahirde, insan doğar ve ölür. Batını da bize bildirilen kadarı ve bildirilen kısmıyla biliriz. Bu iklimde her şey imtihan. Nefes almak dahi imtihan. Beşikten mezara, doğumdan ölüme kadar. İnsanın nasıl yaşayacağına dair yaratıcı, insanı referanssız ve rehbersiz bırakmamıştır. Aramasını, bulmasını ve yaşamasını bilene. Bütün bunları tanımak ve keşfetmek için yaratıcı bize düşünmeyi öğütler.
Dünyalı dünyayı o kadar kirletmişi ki, beşer o kadar azgınlaşmış ki hissiyatımız felç olmuş. Her şeyi görüyoruz ama hiçbir şeyi hissedemiyoruz. Her şey var hiçbir şey yok. Dünyanın ekosistemi bozulmuş, toprağın yapısıyla oynanmış, denizlerdeki balıkların olağan yaşam seyrine müdahale edilmiş, dolayısıyla genetiğin dengesi namına her şey bilinmez bir meçhule yolculukta… İnsanı, insanı ise bilene aşk olsun…
İşte tam da bu ve benzeri süreçler de inandığımız yaratan, yarattıklarından bihaber olmadığına göre duruma müdahale eder. Virüs meselesi için çeşitli teoriler var, akla yatkın da olsa, süreç itibariyle insanın girdiği hal bize işaretler vermektedir. Ne? Kendini ve yaratılışın maksadını unutan ya da öğrenmek için gayret etmeyen insana yaratan yine yeniden ikramlar fırsatlar verir. Ne peki?
Düşünmeyi, kendimize yönelmeyi, evvela kendimizi, akabinde ‘‘umulur ki’’ her şeyi fark edebilsin diye insan. İnsan küçük bir dünyaya benzetilir. Hakikat de odur. İnsan kendine yönelse, kendine meyletse akıl denen ilham ile, kendini seyretse kalp denen burhan ile, kendini fark etse bir bilinç dâhilinde. İnsan kalbine sığınsa, kalbiyle konuşsa, ilimsiz aklından fetvalar alıp dünyasını yorumlarken, kalbinin girdaplarında keşifler yapsa, mühürlenen kapıların eşiğine gitsek, anahtarlar arasak, yoklasak arayışımıza dair her ne varsa, varlığa dair…
Evet, evlerimize sığındık. Bir çeşit Hira. Mağaramız. Bir çeşit tefekkür telkinine imkân. Bir arpa tanesini dahi düşünsek, filizlenen günahlarımızı, kızarmayan yüzleri, utanmayan benliği, doymayan oburluğu, iştahsızlığımızın hadsizliğini, edepsiz arzuları, hudutsuz sınırsızlıklarımızı, manasız gayeleri, emelsiz hülyaları, sıkılmayan gamsızlığı, hep bana, hep bana diye diye koşturduğumuz fanilik diyarına dair, düşünsek ve kalbimizle, her zerremiz, her damla su ve kanla, vücudumuzu inşa eden o yaratılışın tüm kusursuzluğunu ve bütün imkanıyla düşünsek…
Hepimizin aynı makam arabası olan o tahta tabutun konforunu düşünsek. Ne kurtaracak, kim kurtaracak bizi… Divanı düşünsek, gideceğimiz mekânı, en son makamı, o günün dergâhını, nefislerin çaresizliğinin zor ve ıstırap dolu durumunu düşünsek. Karanlığın, ıssızlığın ve kimsesizliğin kaç yüz sene kalacağımız o zor günün zararını, ama akıllı insan ve mümin için geçen sürecin birkaç saat kadar kısa olacağını düşünsek…
Tefekkür… Düşünmek... Evlere kapanmışken ara ara odalarımıza nefsimizi kilitleyip sadece düşünce eylemiyle arınsak, yaptıklarımız, yapamadıklarımız ve henüz belki de son şansımız olan bu fırsatla tertemiz yıkansak, pırıl pırıl arınsak, ılık ve tatlı suyun altında saatlerce kalır gibi zihin denen âlemin keşfinde teneşire yatırsak hayatımızı… Korkunç bir korkuyla ruhumuzun salasını okusak ve korkunun yerini muazzam bir tebliğle inşa etsek yeniden tüm ümitlerimizi, bütün bütün, gıdım gıdım, kendimizi kandırdığımız her ne varsa, o tüm illetleri fark edip musallaya yatırsak…
Bilemiyoruz, bilemeyiz belki de bu son şans. Yarın, bugünü unutmamak için, için için içimize dala dala sığınsak, sığınakların nice Peygamberi felaha kavuşturduğunu bilmenin lezzeti ne âlâ…