'VİCDAN'IN İÇİNE SIĞABİLMEK
Gülen Hareketi'nin medya organlarına baktığımız zaman, iki noktanın altının çizildiğini görebiliriz. Birincisi; yolsuzluklar, ikincisi de; "Biz AK Parti'ye mecbur değiliz"in ardından gelen CHP güzellemeleri. Her şeyden önce "yolsuzluk" ve "paralel" kelimelerin iki farklı dünya inşası ve görüntüsü oluşturmaya dair anahtar kavramlar olduğunu biliyoruz. Yolsuzlukları dile getirenlerin "paralel"lik üzerinden vesayetçi yapılanmaları görmezden geldiği, paralel kelimesine vurguyu artıranların da "yolsuzluk" konusunu es geçmeleri, birbirinden iki farklı Türkiye resmini ajandamıza getiriyor.
Ben burada daha çok Aksiyon dergisinde Ali Bulaç ve Ahmet Turan Alkan'ın yazıları (aslında daha önce yazdıklarını da hesaba dahil ederek) üzerinden bazı noktalara değinmeye çalışacağım. Önce Ahmet Turan Alkan'dan başlayayım. Kendisi benim zihnimde daha önce Türkiye'ye dair ciddiye alınabilecek şeyler söyleyen bir portre olarak aklımda kalmıştı. Ama şimdi vicdan"ını kaybetmiş bir insan hüviyetine büründü son tavırları ve söyledikleriyle. Gazete yazılarındaki resmi, sakal bırakmış haliyle arz-ı endam ediyor. Yanına gidip "ya Ahmet abi, bu memlekette neler oluyor, neler yapılabilir" diye akl-ı selim'i rica edilebilir bir kişi olabileceğine dair resmi bize güven verirken, o resmin altında yazılanlar sıfır toplamlı bir güveni bize bakıye bırakıyor. Aksiyon'da "Ağır hizmet kusuru" derken söylediklerinde doğru olan şeyler yok mu? Tabii ki var. Ama problem de tam burada. Söylediklerini bir ilke ve kriterlere dayandırmaya çalışırken, zikrettiği doğru"ları tarafgirliklere anında kurban veriyor; söyle(ye)mediği başka doğrular, zikrettiği doğruların "vicdan" ın insani anlamda garantilenmiş kategorileri içerisine bir türlü giremiyor. Çünkü hakikatin bir kısmı, hakikatin kendisi değildir ve aslına bakılırsa bir manipülasyondur.
Ali Bulaç'la yapılan söyleşi de aynı manipülasyonları içinde barındırıyor aslında. Bulaç, bir yandan AK Parti'ye olabildiğince ağır eleştiriler getirirken, bunun otomatik olarak kendisini "hizmet"in yanında konumlandırma garantisi vermenin rahatlığıyla konuşuyor. Ama diğer yandan, Hizmet'in neresinde ve niçin durduğunu bize söylemiyor. Mesela, biz Gülen'e geçmiş dönemlerde yaptığı hatırı sayılır bir içeriğe sahip eleştirisini nasıl izah ettiğini hala bilmiyoruz. Bir insan fikir değiştirmiş olabilir. Ama bunu kamuoyuyla ve özellikle İslamcı camia ile paylaşması ahlaki bir mecburiyettir. Diğer yandan 2006'ya kadar AK parti'ye desteği ile sonra desteğini çekmesi arasındaki değişimin içeriği de çok muğlak kalmış.
Üstelik söylem itibarıyla tam da eskiden beri şiddetle eleştirdiği totaliter bir bakış açısının tarafına geçmiş izlenimi veriyor. "Ak Parti'nin % 50 oy alsa bile Türkiye'yi yönetemeyeceği" tezi hangi meşruiyet ekseninde söylenmiş bir şeydir? Tamam sayısal çoğunluk her şey değildir, ama iktidarların meşruiyeti seçim, sandık ve demokrasiden geçiyor benim bildiği kadarıyla. Tam da bu söylemiyle, totaliter düşüncelerin ortasından konuşmuyor mu Ali Bulaç? Bir parti % 80 oy alsa bile, % 20'si ona karşı şeklinde mi okunur? Nedense biz bu okuma tarzını başka zihinsel projeksiyonlardan da dinlemiştik. % 40 oyla iktidara gelen bir partinin % 60 karşısındaysa, o zaman % 60 iktidara gelse bari. Çünkü onlar çoğunluk.
Söyleşisinin tamamı ve diğer yazdıkları, tüm kötülüklerin kaynağının AK Parti olduğuna dair bizde bir bakıye bırakıyor. AK Parti'nin eleştirilmesine bir itirazım yok. Ama Bulaç'ın, ilkelere göre konuşmasını bekliyoruz. Üstelik de bu durum, Bulaç'ın İslamcılık geçmişini olabildiğince tahrip etmiş görünüyor. "Yüz yıllık birikim heba ediliyor" derken, aslında kendi birikim ve müktesebatını çok kolaylıkla harcayabildiği izlenimini bizde uyandırıyor. Biz en fazla Ali Bulaç'ın "vicdan"ına güvenebilmeliydik.
Tüm bu dönüşümler, basit bir değişim ya da çelişkinin ötesinde şeyler gibi duruyor. Bu iki yazarı kafamızdaki eski yerlerine oturtabilmek için, kendilerini izaha muhtaçlar. Bu da böyle bilinmeli.