Dolar (USD)
34.92
Euro (EUR)
36.39
Gram Altın
2942.93
BIST 100
10025.47
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Vefanın Böylesi!

Bugün 3 Mayıs cuma. Müslüman saatiyle hayata uyandım. İstanbul’un neşvesinden bir demet almak istedim. Bu şehri kadime yüksek bir tepeden bakıp güzellikleri görmek artık mümkün değildi. Yüksek bir apartmanın tepesinden kentin hüzün ve sevincini yaşamaksa sıradan bir şey gibiydi. Bugün Emirgan’ın yaz akşamlarından da değildi. Lakin bütün menfilikler içinde erguvanların ve rengarenk lalelerin arzı endam ettiği bahardan arta kalan bir cuma vaktiydi.

O yüksek apartmanın tepesinden ve sabahın bu Müslüman saatinden Dersaadet’e bakınca Fikret’in Sis’i ile Yahya Kemal’in Siste Söyleniş’i arasında bir tereddütün dramını yaşayan zihnim maziye gidip hale geldi. Ne Fikret’e teessüflerimi arz edebildim ne Yahya Kemal’e takdirlerimi. Şehrin bu trajik hali karşısında hüznümü yüreğime gömdüm. Beni teselli edecek şey ise bu günün içindeki emsali bu zamanda pek rastlanmayan bir vefa hadisesine şahit olmaktı.

Anadolu’dan koyulduk yola. Karada yürüyen ve bütün yolları kaplayan beşeri sürü sürü katarların arasından süzülüp aynı zamanda denizin altından geçip vardık Avrupa kıtasına. Atımızı bıraktık paralı ve zamanla sınırlı bir kapitalist kervana. Gittik bu vefa hadisesinin tahakkuk edeceği mekana. Mekanın üzerinde mavi salon yazıyordu. İçeri girdik. Müsamereye hazırlanan veya bayramlık harçlığını almak için süslenerek gözü kapıda olan çocuklar gibi şen olan, güzellikleri ve masumiyetleri de yüzlerinden okunan bir insan topluluğuyla karşılaştık. Buradakilerden hiçbiri hudayinabit veya ayrık otu gibi durmuyordu. Hepsi ilmi bir terbiye ve bir müderrisin rahleyi tedrisinden geçmiş yetkin ve kalender talebeler gibi görünüyorlardı. Yok olmaya yüz tutmuş kadim bir geleneği yani talebenin hocasını hatırlaması gereken kadirşinaslığı ilan etmek için bir aradaydılar. Bir nevi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hocası Yahya Kemal’i ve Mehmet Kaplan’ın hocası Tanpınar’ı hiç unutmadığı gibi. Salon, sade ve mütevaziydi. Salondakiler de gönül ehli ve sühanperver birer münadi gibiydiler. Nahif ve menfaatsiz hoşamedilerden sonra sessizlik hakim oldu mekana. Topluluktan kadirşinas, yük omuzlayan, vefa abidesi, nazik ve genç Profesör Zeki Taştan ayağa kalktı ve kendi gibi nahif olan solandaki sakinlere seslendi.

-Türkiye’nin bir çok bölgesinden ve üniversitesinden kalkıp buraya gelen siz değerli hocalarım, salonda bulunan hocaların hocası ve değerli büyüğümüz Prof. Dr. Necat Birinci hocam, kıymetli öğrenciler ve misafirler hepiniz hoş geldiniz.

Bugün bir sürpriz için buradayız. Ömrünü ilme bilhassa edebiyat ve sanatla ilgili bilime adayan yaklaşık otuz doktora, onlarca yüksek lisan öğrencisi yetiştiren ve binlerce lisans öğrencisinin hayatında etkilenme endişesi uyandırıp edebi ve estetik izler bırakan hocamız Prof. Dr. Kâzım Yetiş için bir armağan kitap hazırladık. Bu kitabın yazarlarının hemen hemen hepsi ülkemizin bir çok üniversitesinde profesör, doçent veya eğitimci olarak çalışan hocamızın doktora öğrencileridir. Bu iki yıllık süreçte hocamızın haberinin olmaması için çok gayret ettik ta ki sürprizimiz bozulmasın. Birazdan hocamız içeri girecek. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn

Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebun

Şairin yüzyıllar önce anlattığı ve her zamanın ortak teması olan vefasızlığın en çok yaşandığı bu dönemde hatta hazzın ve arzuların hüküm sürdüğü bir çağda vefanın böylesi galiba nadirattandır.

Evet çok heyecanlıydı oradakiler. Nihayet Kâzım Yetiş hocamız her zamanki ilim ve edep dolu o hayalı yüzü ve mütevazi yürüyüşüyle içeriye girdi. Herkes ayaktaydı. Kopan alkışın arasında hocamız şaşkındı. Yüzündeki kırmızılığın daha da arttığı ve gözlerinin buğulandığı bir an vardı orada. Bu bir doğum günü kutlaması değildi. Bu yıllarca deveyi iğnenin deliğinden geçirir gibi bir telkârilik ile göz nuru akıtarak yetiştirip ülkenin en güzel üniversitelerinde profesör ve doçent olarak gönderdiği öğrencilerinin tertip ettiği bir vefa buluşmasıydı. Hocamız önce sustu. Sonra mütevazi bir eda ve titrek bir sesle;

-Noluyor burada çocuklar! Senin ne işin var kızım burada!

-Affet baba beni. Ben de bu tertibin suçluları arasındayım. Sana haber veremezdim.

- Ya! Necat Bey siz de burdasınız. Hayırdır Zeki, Ali Şükrü!

-Önce ellerinden öperiz Hocam. Doktora öğrencileriniz olarak sizin için bir armağan kitap hazırlamak istedik. Bir sürprizle de takdim etmeyi arzu ettik. Emeğiniz ödenmez biliyoruz. Lakin bu küçük işi bir vefa örneği olarak kabul etmenizi istirham ediyoruz.

Emekli olmuş ve özel bir üniversitede hâlâ bir asistan heyecanı, mütevazi ve ehil bir bilim adamı vasfıyla çalışan hocaların hocası Kâzım Yetiş farklı duygular içinde kendine arz edilen yere oturdu. Bütün serancamını ve sergüzeştini somutlayan ekrandaki armağan kitabın görünümü ise en heyecanlı andı.

Konuşmalar başladı. İlk konuşmayı bu işin her aşamasında ilk günkü doktora talebesi ciddiyeti ve çalışkanlığıyla koşturan seçkin talebelerinden Prof. Dr. Zeki Taştan yaptı. Ardından Yetiş’in doktora paltosu altından başarıyla gün yüzüne çıkan diğer bir talebesi ve uzun süre mesai paydaşı olan Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk konuştu.

Ve sahnede 1974 yılında yazılan bir mektubun hikayesiyle başlayan ve günümüze kadar gelen yaklaşık elli yılın dostluğunu inşa eden ve bu toplantının en anlamlı karelerinden biri olan o dahi hocaların hocası olan Prof. Dr. Necat Birinci hocam vardı. Kâzım Yetiş hocamın abi diye hitap ettiği Necat Birinci yarım asra dayanan bu dostluğun güzel karelerini anlattıkça Yetiş’in imdadına tevazuuyla yüzüne inen edep ve haya; omuzlarını çökerten mahviyet ve ilmin izzeti yetişiyordu. Nutuk ve beyan sahibi Necat Birinci hocam o mütebessim siması ve estetik konuşmasıyla Kâzım Yetiş hocamızı anlatmaya başladı. Birinci, Yetiş’in Sakarya’da öğretmenken Ömer Faruk Akün hocanın bir mektupla onu ilme nasıl davet ettiğini anlatarak başladı konuşmasına. Sonra İstanbul üniversitesinde ve Babıali yokuşunda olan maceralarını anlattı. Yataklı vagonla İstanbul-Ankara arasındaki Türk Dil Kurumu’ndaki hizmet yolculuklarını dile getirdi. Kendisinin siyasette ve bürokraside görev alırken Yetiş hocanın hak bildiği yolda nasıl samimi devam ettiğini dile getirdi. En büyük sermayesinin ilim ile meşgul olmak olduğunu söyledi. Necat Birinci hocam Kazım Yetiş hocam ile hüznün ve sevincin aynı hatıraları şekillendirdiği çok güzel bir zaman dilimini yaşadığını ifade ederken hatıralarını yazmamalarının üzüntüsünü belirtti. Kendindeki İnci’nin ve Yetiş hocamdaki Kübra’nın bu yarım asırlık dostluktaki payının unutulmaması gerektiğini söyledi ve yerini teşrif etti.

Sahnenin son konuşanı bunca güzelliğin mimarı Kâzım Yetiş hocamdı. Hâlâ heyecanlıydı. Bu heyecan ona çok yakışıyordu. Konuşmaktan çok manzarayı görmeyi tercih ediyordu. Daha çok gelenlere bakıyordu az konuşuyordu. Bir ara çok heyecanlanmıştı. Yine Yahya Kemal’e sarılmıştı. Bütün ömründe olduğu gibi. Öyle bir an gelmişti ki Yetiş’in dudakları titrek bir hal almış ve göz pınarları hareketlenmişti. Lakin göz yaşlarını bu defa tutuvermişti. Teşekkür etti ve gerçekten sürpriz bir durum olduğunu söyledi.

Öğrencileri tarafından hazırlanan armağan kitap kendisine takdim edildi. Kadraja önce yılların emeği ve gözünün feri olan doktora öğrencileri girdi. Sonra bütün konuklar kadrajdaydı. İlmin izzetine yakışır mütevazi bir kokteyl ile merasim sona erdi.

Evet Emirgan’da açan laleler solmaya, boğazın bozulmamış yakalarını bir şehrayine dönüştüren erguvanlar ömrünü tamamlamaya başlamıştı. Lakin bugün Prof. Dr. Kâzım Yetiş’in ilim bahçesinde yetişen ve her biri solmaz ve sönmez lale, gül ve erguvan gibi açan, kekik, akasya ve ıhlamur gibi kokan öğrencilerinden Müzeyyen Butanrı’dan Zeki Taştan’a; İlknur Tatar Kırılmış’tan Kemal Timur’a; Çilem Tercüman’dan Ali Şükrü Çoruk’a; Hacer Gülşen’den Mehmet Samsakçı’ya; Celile Eren Ökten’den Yılmaz Daşcıoğlu’na; Semiha Özel Yaman’dan Şahmurat Arık’a; Hacer Gülşen’den İsmail Karaca ve Mehmet Çelik’e kadar daha ismini sayamadığımız niceleri vardı.

Bu ilmi bahçenin yeni bahçelere örnek olması temennimizdir. İstanbul’un bu elim ve hazin hali içinde gerçekleşen bu vefa hali tesellimizdir. Ahmet Muhip Dıranas’ın Olvido şiirindeki terennümü de sanat ve edebiyat adına beklentimizdir.

Ey unutuş! kapat artık pencereni,

Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;

Çıkmaz artık sular altından o dünya.

Bir duman yükselir gibidir kederden

Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.

Amansız gecenle yayıl dört yanıma

Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.