Ve ölüm yaratıldı!
Hayat, öncesini bilmediğimiz bir girişle bize bahşedilmiş, gelişmesinin tamamlanması tarafımızdan istenmiş, sonucu da dışımızda takdir edilmiş ve tamamlanmamış bir metin gibidir. Bilmediğimiz başlangıcında yaratılmış olan ölümün öldürülmesiyle girişte bulduk kendimizi. Güzelliklerin yaşandığı gelişmede tanınmaya çalıştık. Gerçekliğini göreceğimiz ama takdir edemeyeceğimiz sonucu yaşamak için ölümün ikinci kez öldürülmesine sonuçta şahit olduk.
Evet, girişte adalet vardı. Takdir edilen tanım aralığında varlık yaratıldı. Gelişmede muamelat vardı. Yetenekler serbest irade ile istediklerini yaptı. Sonuç bölümünde hikmet ve rahmet vardı. Yapılanlar bir mizandan geçirilerek ilan tahtasına asılmalıydı. İşte bunlar için ikinci kez ölüm yaratıldı.
Ölüm trajik gelir, bu hakikati bilmeyen şuur ve ruh sahiplerine. Aslında ölümden çok, ölenin gidişi trajik gelir hepimize. İlk bağırışlar ölen içindir. Ardından ölenin faniliği bilince çıkınca çığlıklar ölüm için atılır. Sonunda hayat, ölümün trajedisini unutturur ve kurtulan ölen olur. Hayatla ölüm kol kola dolaşmaya devam ededurur. Ölen kısa bir süre sonra unutulur ve yaşam sıradanlaşır.
Benliğimizin işlevsel sentezinde vardı zaten ölüm ile hayatın daima sonsuzluk kervanının pamuk ipliğiyle uzay boşluğuna tutunmuş olan dünya kafilesinde dün için şikayet eden bugünü yetersiz bulan ve gelecek için de endişe duyan insanın serüveninin canhıraşane her sahnesinde rol alan iki arkadaş olarak gezinip durukları. İkisi hep bir arada idiler. Dünden gelen ve yarına giden her hayat enstantanesi ölümle tanışıyordu. Ta ki hayatla yeniden tanışmak ve bir daha ölmemek için. Bunu bilince çıkaracak kaç kişi var bilemiyorum.
İşte yine iki ölüm trajedisiyle hüzünlendi ülkem. Aslında ölenler arasında çok bilinen iki ölüden demek istiyorum ben.
Birisi sürekli yükseklerde uçan ve bakışlarıyla insanın içine kadar nüfuz eden şiirin beyaz kartalı, kelimelerin sınırlarını estetize ederek hayalleri yerleştiren gönül adamı ve Karakoç ailesinin Maraşlı şairi Bahaettin Bey’di.
Yedi Güzel Adam’ın nezaketi ve hikmeti onun sanatına aksederken kendi gibi olmayı da ihmal etmedi. Endamı yere yakındı ama yüreği arşın derinliklerinde dolaşmaktan zevk alırdı. Sadece Maraş’ın değil bütün ülkenin çilesinin onun saçlarını ağarttığını söylerken bahadır duruşluydu ve yıkılmadan hakikati haykıran bir bülbüldü.
En son Necip Fazıl Kısakürek sempozyumunda Maraş’ta görmüş ve elini öpmüştüm. Yine her zamanki gibi etrafında sadece şiiri seven bir kaç kişi vardı. O da bundan haz almıştı. Ihlamurlar’ın hikayesini ve kokusunu öğrenmek istedim. Fazla ısrar etmedim. Yüreği her ne kadar sonsuzluk kervanı için durmadan atıyorduysa da bedeni yorulmuş gibiydi. Sadece bir kaç mısra söyleyiverdi ve istirahate çekildi. Biz ise yetinmek zorunda kaldık bu mısralarla.
Şimdi o ebedi istirahatgahının bekleme salonundadır. Şiirinde yakaladığı güzelliklerin arasındadır. Ve onların hakiki boyutlarıyla temastadır.
Hakiki sevgiliye varması için bir adım kaldı. İnşallah en kısa zamanda sevgilinin huzurunda olacaktır.
Diğeri ise mütevazi ve asil duruşluydu. Bütün dikkatleri parmaklarıyla bastığı deklanşörün flaşı patlatmasına odaklanırdı. Eşyayı çevreleyen ve ona hüzünlü bir hatıra çerçevesi giydiren Ara Güler çok şey görmüş elem dolu gözleriyle yegane fotoğrafçımızdı.
Çekeceği her fotoğrafta hüzünlü bir hal alır gibiydi. Çünkü fotoğrafın eşyanın hüzünlü hatıralarını geleceğe taşıyan bir nesne olduğunu bilirdi. Bu nedenle soy ismi Güler olsa da kendisi pek gülmezdi.
Ara Güleri hep hüzünlü gördüm fotoğraf makinasıyla. Çünkü çektiği bütün fotoğraflar bir hüznü verirken insana, asıl hüznü çektiği fotoğrafların en altında zorla okunan hatta bazen okunmayan Ara Güler ismi verirdi bana.
Sadece çektiği fotoğraflarla değil duruşuyla da çok dikkat çekiciydi. Fotoğrafını çekmeye değer gördüğü şeyin fotoğrafını çekmekten hiçbir kuvvet onu alıkoyamazdı. Ne tek parti zihniyetinin dikdatoryal baskısı ne paçozlaşmış hareketlerin libidinal arzuları ne demokratlık adıyla kendinden başkasını tanımayan güçlerin hegemonyası ne de dindarlık adına bir dizi yasaklar öne sürerek sanatının icrasını engellemek isteyenlerin çabası onu mesleğini yapmaktan alıkoyamazdı.
Zannımca Ara Güler’in ölümünü çabuklaştıran iki şey vardı. Birisi fotoğraflarının arşivindeki hüzünle geçmişte kalanların verdiği elim hatıralardı. Diğeri ise son dönemde Cumhurbaşkanımızın fotoğraflarını çekerken maruz kaldığı mahalle baskısındaki bağnazlıktı.
Bu ülkenin maverasından ve sanat ile edebiyat simasından iki yıldız daha kaydı. Biri ıhlamurlar kadar güzel kokan ve açışıyla beyaz kartalları yüksek ufuklarında uçurtan Bahaettin Karakoç’tur. Diğeri insanı geçmişin hatıralarında yaşatan ve eşyanın mazisini anda canlandıran yuvarlak dünyada kare içine alarak çerçeveletip başucunda sürekli durduran asil duruşlu ve mahzun bakışlı Ara Güler’dir.
İkisi de hürmetle yad ettiğimiz, bu milletin estetik hafızalarıdır.
Kabirleri pürnur olsun.