Varolma endişesi
Bir toplumun nereye doğru gitmekte olduğunu gösteren en önemli belirtilerden biri yaşam mücadelesinin içeriğidir. Eğer benliğini koruma içgüdüsünün yerini ayakta kalabilme endişesi almışsa olanağanüstü bir geriye gidiş söz konusudur. Çünkü gerçekten de toplumsal varoluşun teminatı benliğini korumaktan geçerken toplumsal çöküşün göstergesi de fizyolojik ihtiyaçlara yönelişin zihin ve ruhu körleştirmesidir. Mesele çok açık: Son süreçte açlık her türden değeri silikleştiren en önemli içgüdüdür. Fizyolojik yoksullaşma zihinsel ve ruhsal sefaleti beraberinde getirir. Bu, bireyler için de toplumlar için de böyledir. Karnı aç insanın düşünmesini, düşünmeyen insanın değer üretmesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla bedensel açlık bir toplumun karşı karşıya kalabileceği en önemli felaketlerden biridir. Eğer toplumu daha kolay sevk ve idare etmenin stratejilerinden biri değilse maddi yoksullaşma bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir.
Fizyoloji olmadan zihin kendini hayatla buluşturamıyor. Bu da kendiliğinden birincil önceliği fizyolojinin korunmasına hamlediyor. Ölü beden felsefe üretemez. Hastalıklı fizyolojiden sağlıklı düşünce çıkmaz. Düşünmek için ışıldayan bir beyne ihtiyaç var. Hareket etmek için sağlıklı ayaklara… Ancak elbette her beyinden düşünce üretmesini bekleyemeyiz. Fizyolojik sıhhat zihinsel sıhhatin a priorisi olmadığında sağlıklı beyin işlevini yerine getirmiş olmaz. Yürümediği sürece sağlıklı ayak insana yüktür. Kalbi olmak hissedişi beraberinde getirir. Bununla birlikte kalbi olan herkesin hissettiğini söyleyemeyiz. Bu da bize fizyolojinin korunmasını kimlik inşasıyla sonuçlandırmayı dayatıyor. Çünkü gerçekten de hayatın tamamı fizyolojik ihtiyaçların giderilmesi gayretine dönüşüyorsa ve ondan ibaret bir döngüyü getiriyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.
Bugünkü dünya neredeyse keskin bir bıçakla birbirinden ayrılmış üç kategoriye ayrılıyor: Fizyoloji tahkimatının üzerine zihinsel ve ruhsal tahkimat inşa edenler; fizyolojik tahkimatın altında ezilenler ve bütün hayatı fizyolojik ihtiyaçlara ayrılmış olanlar. Olumlu ve olumsuz kategorileri bir tarafa bırakırsak Avrupa ve Amerika dünyanın bugününe ve geleceğine yön vererek hem fizyolojik ihtiyaçlarını gideriyor hem de toplumsal varoluşunu perçinliyor. Karnını doyurmakla yetinmiyor, düşünüyor, planlar yapıyor. Maddi sağlığını korumakla kalmıyor, zihnini de üretime seferber ediyor. Zihin ışıldadıkça maddi refah kendiliğinden geliyor.
Avrupa ve Amerika’nın ardından Asya geliyor. Bir şekilde fizyolojisinin ihtiyaç duyduğu kadarını devşiriyor, zihinsel üretim yapmasa bile onun emarelerini veriyor. İhraç etmese bile ithal etme gereği de duymuyor. Karnı tam doymasa bile aç da değil. Zihni başka coğrafyalara akmasa bile kendi alanını aydınlatıyor. Karnını doyurmak için beynini yemek zorunda kalmıyor.
Üçüncü sıradakileri tahmin etmek zor değil: Afrika ve Ortadoğu. Homojenlik göstermese de burada hayatın bütün anlamı ayakta kalmaya ayarlanmış, benliğini koruma ise sonsuza kadar ertelenmiş gibi görünüyor. Özellikle Afrika yüzlerce yıllık Batı yağmacılığının ardından bir deri bir kemik kalmış insanlar galerisi olarak sanki insanlığın müzesine kaldırılmışçasına açlığın pençesinde kıvranıyor. Belki de Avrupa çaldıklarının onda birini iade etse, zihinsel ve ruhsal değil ama en azından bedensel açlığını ölümün elinden çekip alacak. Ama dünyanın hiçbir hırsızı, kendilerinden çaldıkları ne kadar mağdur olursa olsun çaldıklarını tekrar iade etmez, etmiyor. Ortadoğu’da ise ciddi bir alt ve üst ayrımı var: Üst tabakada yer alanlar bedensel doyum konusunda sorun yaşamıyorlar. Onlar için hiçbir zaman karnını doyurmak sorun olmadı, olmuyor. Onların sorunu bedenleri doyduktan sonra gönüllerini ve ruhlarını da doyurmayı akledememeleri. Yoksa gözlerinin önünde her gün ölen Filistinli çocuklara, an azından tok ölebilmenin imkanlarını sağlamayı düşünemezler miydi? Bütün dinlerin ortaya çıktığı coğrafyanın, dinin ruhunu en çok acıtan mekana dönüşmesi kaderin cilvesi olsa gerek.
Türkiye’yi bütün bunların neresine konumlandırmalı? Hayatta kalabilme endişesi mi, benliğini koruma içgüdüsü mü öncelikli? Öyle görünüyor ki son birkaç yıldır, hayatta kalabilme endişesi geriye kalan her şeyin yerini almış durumda ve buradan benliğini koruma içgüdüsüne fırsat gelmiyor. Mevcut halde kabuğundan özü görünmeyen sloganlar dışında milli ve manevi değerlere özgü, onların ruhunu ışıldatmaya yönelik hiçbir icraat görünmüyor. Yaşam pahalılığı arttıkça değerlerin ucuzlamasından daha doğal ne olabilir? Karnını doyurmanın yolu ruhunu aç bırakmaktan geçiyorsa yapacak bir şey yok. Olağanüstü bir geriye dönüş hikayesi bu: “Ne olacak bu memleketin hali”nden, her bireyin kendi hali pürmelalini bile göremediği, öngöremediği sevimsiz bir atmosferin içinden titreyerek geçiyoruz. Benliğimiz soyuldu, üşüyoruz.