Vahdet fakat nasıl?..
Her Müslüman çok iyi bilir ki, birlik beraberlik ümmet için olmazsa olmaz bir vecibedir. Her Müslüman gücü oranında bunun için gayret etmelidir. Kim ki ümmetin birliğine zarar vermeye çalışırsa, hele ayrılık gayrılığa katkı sunarsa, haram işlemiş olur. Dolayısıyla kime sorsan, hep kardeşlik, birlik beraberlik edebiyatı yaparlar. Fakat ne yazık ki vakıa edebiyatın tersine gitmektedir.
1998 yılında Midyat ilçesinde
medrese icazetini aldıktan sonra, üstadımın isteği üzerine, on ay kadar da
mezun olduğum medresede müderris olarak kaldım. Daha sonra geçerli bir
mazeretim sebebiyle Gaziantep’e dönüp ilk medresemi açmak nasip oldu. Bir iki
yıl içerisinde yetişkin talebelerin, İslami cemiyetler arasındaki tefrikadan
şikayetleri yoğunlaştı.
Çünkü seksenli yıllarda var olan
ihtilaflar, çoktan iftirak’a ve derken ötekileştirme götürmüştü. Öyle ki, kimi
radikal gruplar, hiç çekinmeden birbirlerini tekfir ediyorlardı. Haset, kin,
nefret ve düşmanlıklar gırla giriyor. Hâlbuki her kes “Kur'an ve Sünnet”
diyordu. Birlik beraberlik ve ümmetin vahdetine dair de en cazip sloganları
atmada adeta yarışıyorlardı. Yani söze gelince vahdetin edebiyatı konusunda
tablada kül koymuyorlardı. Fakat ya pratik?
Bizim de gençlik yıllarımız.
Henüz tecrübeden yoksunuz. Birlik, beraberlik ve İslam kardeşliğine yönelik
okuduğumuz ayet ve hadisler, Ensar ve Muhacir kardeşliği vb. okuduğumuz İslami
kriterler biri coşturuyordu. Öyle zannediyoruz ki, Kur'an ve Sünnet’in İslam
kardeşliğine dair emir ve tavsiyelerini duyar duymaz, her kes bizim hissettiklerimiz
hissedecek ve adeta koşarak gelecekler.
Buna bir de ümmetin içinde
bulunduğu perişan hali ekleyince, bu acıya yürek mi dayanırdı? Ne de olsa
kendilerine davet götüreceğimiz abilerimiz, yaşça bizden daha büyük,
tecrübeleri daha fazlaydı. Dolayısıyla ümmetin tefrika sebebiyle düştüğü be
zilleti, onlar çok daha iyi kavramış olmalıydılar.
Derken 1990’lı yılların ilk
çeyreğinde, aynı dertlerden mustarip olan değişik arkadaş ve hoca efendilerle
istişareler sonucu, vahdete yönelik bir adım atma fikri gelişti. “İttihad”
olmasa da bari “ittifak” olsun. Yeter ki birlik beraberliğe, yardımlaşma ve
dayanışmaya yönelik bir gelişme olsun. “Yol ne kadar uzun olsa da, başlangıcı
bir adımdır” diyerek harekete geçtik. Çünkü birlik beraberliğe yönelik sadece
edebiyat yapmak, çözüm olmuyordu.
Öyle ya, sadece ilaç edebiyatı
yapmak, herhangi bir hastalığa çare olmaz. Bizzat ilacın hasta tarafından
kullanılması lazım. Ya da aç bir insanın yanında sabah akşam ekmekten, lezzetli
yemek vs. gıdalardan bahsetmek, o aç insanı doyurmazdı. Açların doyması için,
bizzat o gıdaları yemeleri gerekiyordu. Ne derler: “Lafla peynir gemisi
yürümez.”
Derken önce bulunduğumuz şehir
olan Gaziantep’ten başlamak üzere harekete geçtik. Eğer burada bir netice
alabilsek, sonrasında diğer şehirlere uzanmak zor olmazdı. Öncelikle İslam
kardeşliği ve ümmet ruhunu kavramış ve o konuda iddialı sesler veren cemiyet ve
onların sorumluluğunu yürütmekte olan “abi” “lider” veya “hoca efendileri”
tespit ettik. Sonra bu işe gönül veren arkadaşlarla kendi aramızda bir görev
dağılımı yaptık. Her birimiz, daha çok ziyaretleştiğimiz, gidip geldiğimiz
cemiyet sorumlusuna gidip vahdete yönelik bir adım atma teklifi yapacaktık.
Tabi bunun ilk adımı, doğal
olarak bir araya gelip tanışma, konuşma ve kaynaşmaydı. Bunun için “kanaat
önderi” veya “hoca efendi” konumunda olanları, öncelikle bir çay sohbetine
davet ettik. Bu davete karşılık, bazıları çok ümit kırıcı bir mukabeleyle,
daveti reddettiler. Kendilerini dev aynasında görüp İslam davasının tek
temsilcisi gören birkaç tanesi; “biz buradayız ve yolunuza devam ediyoruz.
İsteyen gelip bize katılabilir” modundaydılar ki, ikinci bir karamsarlık sebebi
oldu.
Fakat çoğunluk, “ipe un serme”
veya topu taca atmayı tercih ettiler. Cevaplar daha çok şu minvaldeydi. “Herkes
toplansın görelim, ondan sonra bakıp değerlendiririz.” Basılarıysa bunu daha da
ironi hale getirmişlerdi. “Herkes toplansın, ben zaten hazırım.” Fakat hiç birisi bir türlü ilk adımı atan olmak
istemedi. Dakikalar süren yalvarmalar, uyarmalar, sorumluluk hatırlatmaları ve
hatta kimi zaman haddimizi aşarak, sesimizi yükseltmelere rağmen, olumlu bir
netice alamadık.
Olmadı, işi bir kere daha masaya
yatırıp daha detaylı istişareler yaptık. Acaba nerede yanlış yaptık veya hata
bizde mi? İkna etmenin bir çaresi olamaz mı? Derken görev değişikliği yaparak,
her birimiz gideceğimiz cemiyet veya kanaat önderini, diğeriyle değiştirerek
bir daha denedik. Fakat ne yazı ki, yine netice alamadık.
Derken 97 yılında “28 Şubat post
modern darbesi” “batı çalışma gurubu” “yeşil sermaye” “irtica avcılığı” vb.
felaket rüzgarları esmeye başladı. Bu fırtınalar, aynı zamanda cemaatlerin
STK’laşma sürecini de başlattı. Derken ümmetin birliğine yönelik bir adım
atalım diye yalvardığımız bazı cemiyetlerden bir araya gelelim, bazı hayır hizmetlerinde
yardımlaşmanın yollarını arayalım teklifleri geldi. Biz hemen icabet ettik. Fakat
artık ümmeti ayağa kaldıracak bir cemaat ruhuyla değil de, sıradan birer STK
mantığıyla bir araya geliyorduk. Yıl 2021 Halen de bir araya gelmeye ve pek de
suya sabuna dokunmayan konularda istişarelerde bulunmaya devam ediyoruz. Hiç
yoktan iyidir diyerek devam ediyoruz fakat…