Uzun yıllardır o 'gün'ü arıyorum!
Geçtiğimiz günlerde, oldukça “keskin” tavırlarıyla dikkat çeken “ünlü” bir kardeşimizle sohbet ediyorduk.
Son vakitlerde yazdıklarımızdan çok etkilendiğini söyledi.
“Neyi, niçin yaptığımı
unutmuşum, bana hatırlattınız, teşekkür ediyorum.” dedi.
Unutuyor muyuz?
Çoğu vakit, evet.
*
“Desinler diye” neler yapıyoruz, neler.
Yakınlarımızda bir yerlerden yine bir vefat haberi geldi.
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun Merhum’un.
Çok önceden ayarlanmış bir de “nikâh” işi varmış.
“İkinci derece
yakınlardan biri vefat edince”, nikâhı ertelemek gerekir mi, gerekmez mi?
Tartışmışlar.
İşi uzatmanın mahzurlu olduğuna karar vermişler.
Nikâh yapılacak.
Merhumun yakını, erkek tarafı, “Davul, zurna, çalgı, çengi olmasın!” demiş.
Kız tarafı bunu kabul etmemiş.
“Kızımız öyle mi çıksın evden, el âlem ne
der!” itirazıyla o
hallerde ısrarcı olmuş.
*
Adetler, gelenekler elbette önemlidir…
Mahalle baskısına direnmek de kolay değildir.
Bizim de mahallerimiz vardı, o mahallelerin baskısı bir
başkaydı.
Büyüdüğümüz mahalleden cenaze varsa, en az bir hafta “haberler hariç” televizyonlar kapalı
tutulur, müzik çalınmazdı.
Ne güzel bir gelenek.
*
Dostumuz,
“Bir yerde seçim ve
geçim kavgası varsa, ahlâk krizi meydana gelir!” demişti.
Seçim ve geçim.
Kafiyenin hatırına kullanılan “geçim” kelimesiyle anlatılmak
istenen, “kıt kanaat geçinme çabası”
değil de, “para, pul kavgası”.
Seçim ise malûm;
Politika, demokrasi.
*
İnsanların özleri, “çıkar
çatışması” olduğu durumlarda ortaya çıkar.
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne
babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun. Allah için
şahitlik eden kimseler olun!”
Rabbim, bunu emrediyor…
Seçim ve geçim kavgalarında şahitlik ettiklerimiz ise “Amaca giden her yol mubahtır!”
kıvamında.
Yalan yere yeminler havalarda uçuşuyor, “çok para kazanılacaksa” ya da “rakip”
yıpratılacaksa, malzemenin sahih mi, sahte mi olduğuna pek bakılmıyor.
Taraflar birbirlerini soygunculukla, hainlikle,
tecavüzcülükle suçlarken, meselelerin aslını feslini araştırma, soruşturma
gereğini duymuyor.
“Niçin?” diyorsunuz…
Karşınıza,
“Onlar bize neler
yapıyor!” yollu
cevaplar çıkıyor.
“Sizin onlardan
farkınız yok mu yani?” diye üsteliyorsunuz…
“Niyet sorgulaması”na girişiliyor!..
“Aman, aman” diyorsunuz, “Uzak dur, çamur buraya da sıçrayacak!”
*
Kime sorsanız, ensesinde bir şaplak var.
Kime sorsanız, “Dost
bildiklerinin kendisine neler neler yaptığını” anlatıyor!..
Sırttan hançerlenen hançerlenene…
Sahnedeki herkes Brutus,
bu durumdaherkes Sezar oluyor!
“Benim sırtımda
yükselenler, şimdi karşıma geçtiler!” sızlanışını her yerden işitiyoruz.
Bir insandan, bir toplumdan “güven” duygusunu çıkartırsanız geriye ne kalır?
Aile içi ilişkileri de etkisi altına alan “güven bunalımı”nı nasıl aşacağız?
İnsanlarımızın çoğu ya ihanete uğramış ya da ihanete
uğramaktan endişe ediyor!
Herkes kötü biz iyiyiz, herkes “kaygan”, biz “sabit”iz.
Rabbim,
“Şu gerçek ki, insanoğlu çok zalim çok nankördür!” buyuruyor.
Rabbim’in işaret ettiği insanlar başkalar
olmalı, bizi hiç ilgilendirmiyor!!!
*
Her devrin insanı, devirlerin en
kötüsünün kendi yaşadığı devir olduğunu düşünmüştür herhalde.
Ben de böyle düşünüyorum:
“Sosyal medya bataklığı”nın da büyük etkisiyle, devirlerin en kötülerinden biri de
bizim devir mi oldu acaba?
*
Bütün devirleri bilemem ama gençlik
zamanlarımızdan çok daha “sıkıntılı” bir
halde olduğumuzdan eminim.
O günlerde, “Hangi kapıyı çalsam, karşında buruk acı!” manzarası yoktu bu
kadar.
“İtimat”
ettiğimiz nice insan vardı.
Evden birkaç günlüğüne uzaklaşmamız
gerektiğinde, göz kulak olsun diye anahtarlarımızı komşuya bırakırdık.
Yaşlı amcalar parklardaki
bebeciklerle oynar, şakalaşırdı…
Kimse de onlara “Sapık mı acaba?” diye bakmazdı!..
Bisikletimin direksiyonuna ekmek
arası domates peyniri asıp, 10 kilometrelik mesafelere gittiğimi bilirim.
Bugünün 10 yaşındaki çocukları,
evlerde hapis.
Eskiden açık oturumları izlerdik.
“Muhterem, Sayın, Çok Kıymetli!” gibi ince hitapların ardından
söylenirdi söylenmek istenenler…
Zaman içinde diller sertleşti.
Küçükken birbirlerimize böyle hakaret
etseydik, büyüklerimiz ağızlarımıza biber sürerdi.
Şimdi...
Mikrofonun, klavyenin başına geçen
ağzına geleni söylüyor.
Eskiden her yaklaşana, “Terörist
midir, hırsız mıdır, yolsuz mudur, sapık mıdır?” diye bakılmazdı.
Yirmibeş yıl kadar oluyor…
Gece vakti, otobanda benzinim bitmişti.
Cep telefonu filan yoktu o vakitler.
Yoldan geçen araçlara el ettim.
Biri durdu, beni aldı, en yakın
benzinciye kadar götürdü.
“Bir
bidon benzin” aldık.
Hayırsever arkadaş (Allah ondan razı
olsun) beni yol kenarına bıraktığım arabama getirdi.
Benzini doldurdum, o sıkıntıdan
kurtuldum.
Şimdi, otobanda kalsam, kimse durmaya
cesaret edemez herhalde.
“Neyse ki artık cep telefonu var!” diyeceksiniz.
İnsanlık yerine telefon!
Ne zamana kadar?
*
Eksik olmasınlar, bize yazan, arayan,
halimizi hatırımıza soran çok sayıda genç kardeşimiz var.
Diyorlar ki,
“Kimseye güvenimiz kalmadı ağabey!..
Nereye baksak, dökülüyor!”
*
“Rol model”
arayışı bitmez.
Bilhassa da gençler için “güzel misaller” gerek.
Genç, günümüzün politikacılarından,
akademisyenlerinden, gazetecilerinden, sanatçılarından kimleri örnek
alabilecek?
*
Ondan şüphelen, bundan şüphelen…
Böyle hayat mı geçer?
Bu ortamda nasıl yeşerir dostluklar,
nasıl sever gönüller?
*
Bu ülkenin topraklarını bölebilirler
mi?
Yapamazlar, gönüllerimizi
bölemezlerse eğer.
Gönüllerimiz nasıl?
Bölünüyor muyuz?
*
“Allah için sevmek, Allah için buğz etmek!”
Bunlar olmayınca…
Nefisler çatışıyor, menfaatler çatışıyor,
ihtiraslar çatışıyor, kelimeler çatışıyor, yürekler çatışıyor…
Sonrası…
Paramparça, paramparça!..
Kırılan vazoları eski hallerine
getirmek mümkün olabilecek mi?
Olur inşâAllah.
Biz “olursak”, bu da “olur.”
İşe kendi kalplerimizi tamirden
başlamak gerekiyor, başka yolu yok.
Bir gün…
Sadece bir gün.
Cep telefonu, televizyon, lâf,
lâkırdı, endişe, vesvese…
Hepsini kenara atabilsek ve o bir
günü bulabilsek…
Bir gün boyunca kendimizle baş başa
kalabilsek…
Uzun yıllardır o bir günü arıyorum.
Bir gün olsun…
Kalbimle baş başa kalmak istiyorum!..