Uzak İçimize Doğru Akarken
Ey güz gülleri çiğ tanesi. Ey toprak kokan insan. Ey bahar dalı. Sıkılmış yumruklar. Gergin zaman. Damardan boşalan isyanlarım…
Ey kavgam. Buruk kalbim. Ya Hatif…
Ah kendimden kaçışlarım. Kendimi unutuşum. Hayatın sırrını bir portakal kabuğuna sığdırmaya çalışan hayalperest, melankolik düzenbazların içinde buharlaşan ben’liğim…
Zihinsel yansımalar… İlham ararken kendini aldatanlar. Dünyaya sarkıtılmış bedenler. Kuyuda bekleyenler. Dokununca acıyan, kabuk bağlamayan yaralar. Güneş vurdukça benzi sararan dünya. Ve yumruk gibi çarpan hakikat.
Çelişkili arzular. Savaş meydanları. Benlik davası. Dağıtılmış algılar. Algıların savruluşu. Ve tecrit. Kibir ve hırsa bürünmüş ruhsuz iskeletler.
Övgüye yaltaklanma. Yalakalık çağı. Açık, esnek ve yavşak bir zihin. Ve inanılmazlar vazgeçişler. Bozguncu duyarsızlık. Ruhen yoksul köleler. Boşaltılmış kalpler ve donuk bakışlar.
Ahlak mı? Biz ona artık açık değiliz. Aşk mı? Protein içeren, ambalajlanmış günlük bilgi tüketmemiz gerekiyor. Acayip duygusal bir açlık çağı bu.
Duygu, zevk, estetik, zihin, kalp, zaman, mekân, hareket kabiliyetini yitirmiş donuk tipler. Mekanik bir hayatın mahkûmları. Gülümsemeler yapmacık. Plastik kaplı yüzler.
“Gecenin bütün itliğini” ceketiyle örten bir şair cesaretiyle soyunup mavi düşler döllerken yüreğime yazık ki bunu hakikat sandım. “Unuttum, güçbela soluyan perdeleri, dudaklarımı ısırdıkça kabaran akşam. Unuttum onu da.(İsmet Özel)
Şairler unutur. Vazgeçmez. Bağrı, serin bir dağ yamacını andırır. Orada dağ çiçekleri büyütür şairler. Kıvrandıkça buharlaşan, kavrulan, hasret hastalarının yaralarına merhem olsun diye.
Yağmuru andıran bir çift gözle, bir düşün ortasında, tufana yakalanmış bir martı kanadında, elleri nesteren kokan, ağır, aksak, çukurlara bakmadan yürüyen, mavi menekşe kırılganlığında varoluşun nabzını tutarken âşıklar… Zamanın ötesinde…
Ne ulvi ne ince, ne zarif ne enteresan dedirtecek bir şaşkınlıkla kekik kokulu tarlalara umut ekerken… Beklerken… Yazık, kelimeleri sıraya koyup kurşuna dizen bu çağın karanlığına gömüldüler.
Cıvatalanmış düşünce, paslı teneke, is kokan tarlalar ve makine gıcırtısından dişleri kamaşan bir gökyüzü…
Ne yapmalıyım? Biraz gece karanlığı sürsem mi yaranıza? Hangi hayalinizi saklayayım? İyi gelir mi acınıza? Hangi davetkâr çağrı sizi teskin eder? Neyi yabancılıyorsun? Hangi yanınızda saklıyorsunuz umutlarınızı?
Tamamlanmamış bir Modigliani tablosunda gibi değil mi ruhumuz? Derinliği alındı çünkü ruhumuzun. Fışkırmıyor artık gözbebeklerimizden. Sönükleşti. Donuklaştı.
Hangi çaresiz anılar tüketti bizi? Hangi uzak çağrıyı kaçırdık? Ve şair yoruldu “Dünyayı tanımaktan.” Ve “Gırtlağında bir harf büyüyen” şair sordu. “Bize ait olan yer ne kadar uzakta?”
Uzak, içimize doğru akarken, yağmurla ıslanan çıplak bedeninden akarken pişmanlıklar o, esirgeyen ve bağışlayanın yüce adıyla başladı.
Gözlerim ağırlaştı yine. Üstü başı dünya kokan biri için ne zormuş arınmak. Ey gece! “Bana karanlığı ver uyku senin olsun.”
Dolunay doğunca akşam, yüreği hangi ihtimale gebe olduğunu bilmeyen faniler için ne zordur hayat. Hasret gibi parlayan yıldızlar dökülürken ayaklarımızın altına, zaman bir muşamba gibi çekilirken, hangi tufana denk gelir bizim hikâyemiz?
Rüzgâr hangi kıyıdan çağırır şarkısını? Geçmişe dokunuyorum ve göz kapaklarım yine morarıyor. O lanet olası fırlatılmışlık duygusu bu. Çok fena dünya kokuyoruz. Söylenmemiş sözlerimiz birikti. Söylemeye mecalimiz yok.
Derin, geniş, nemli bir mağara içinde yapayalnız bırakıldık. Şehrin yabancısı insanlar mahremiyetimizi ihlal etti, bozuk para gibi harcandı insanlık. İlk heveslerimizi, ilk göz kırpmalarımızı, cesaretimizi, aşklarımızı cılız bir gün ışığında elimizden aldılar.
Şimdi kendi küçük dünyalarımıza çelişkilerden inşa ettiğimiz oportünist hayatcıklarımız var.
Hani insan İbn’ül Vakt idi. Hani bizim temel vazifemiz bu vakti yerine getirmekti. İnsan âlem aynasının cilası değil miydi? İnsanü’l ayn, dide-i ekvan değil miydi?
Kalbimizi ma’dun eyledik. Taş duvarların arasında mahkûm bir hayatın esirleriyiz artık.
Selam olsun insan kalabilenlere.