Uyuşuk hayatlar
Alışkanlık uyuşukluk yapıyor. Zamanın bu kadar hızlı geçmesinin bir sebebi de bizi kendine alıştırmış olması. Öyle ki her şey olup bittiğinde kocaman ömürler küçücük zamanlara sıkıştırılmış gibi geliyor. Yetmişini, seksenini devirmiş hiç kimse hayatın uzun bir ömürden ibaret olduğunu söylemiyor. Söz birliği etmişçesine hepsinin söylediği zamanın su gibi aktığıdır. Su gibi akmak, kesintisizlik ve duraksızlık kadar hızlıca geçmişliği de ifade ediyor.
Zaman kandırıyor bizi. Burnumuzdan içeriye girdiği andan itibaren vücudumuzu sarıyor, bizi rehavete sürüklüyor ve bir beşiğin içindeymişçesine küçük kımıltılarla bedenimizi de ruhumuzu da sallayıp duruyor. Hareketsiz bir mekanda değil de örneğin bir trende, bir teknede veya sarsıntısı az olan bir otobanda ilerliyormuşçasına zamanın küçük titreşimleri varlığımızın göz kapaklarını kapatıyor, bizi uyuşturuyor, uyutuyor ve olması gereken teyakkuzu ince elleriyle çekip alıyor. Farkında olmadan bir de bakıyoruz akşam olmuş. Gece, sabah, öğle, yine akşam, şairin dediği gibi… Sanki akmıyor da sürüklüyor. Yürümüyor, koşmuyor, sıçramıyor, sürükleniyoruz adeta onun güçlü kollarında. Zaman bizim efendimiz ve asla dışarı baktırmıyor. Kendini unutturarak, her yere yayılmış ve onsuz küçük bir nefese bile izin vermeden bir akışın içinde sallayıp duruyor bedenimizi de ruhumuzu da. Kış geliyor, bahar geliyor, ardından yaz ve tekrar kış. Günün saatleri gibi mevsimler de yıllar da ömürler de hızlıca tükenip gidiyor ve insan, iradesinin en kuvvetli anlarında bile onu durdurmanın üstesinden gelemiyor.
Bu uyku halinin istisnaları da var elbet. Bu buharlı, mahmur bakışların ara ara üzerindeki pası silerek çevresine dikkatle baktığı, tam da o an zamanı kandırdığı, tam da o an, kısa süreliğine bile olsa onun dışına çıktığı, çıktığını vehmettiği, onu kandırmasa da kendini kandırdığı paranteze alınmış küçük, kısa, güzel anları var hayatın. Bu yeknesak akış içinde, bir çöpün yakalandığı bir anaforda birkaç kez etrafında dönmesinde, dönerken durmasında olduğu gibi zamanın bükümlerine takılıp kaldığı yerler var. İtikadı sağlam bir müminin secdeye gittiği anlar, tapınmanın doruk noktasındaki unutuşlar, insanı kendinden alıp götüren güzel manzaralar, başını göğe doğru yükseltirken inceliğinden asla taviz vermeyen yapılar, kulağa değdiği anda insanın ruhuna pembelik veren güzel sesler, müzikler, harika tablolardan süzülüp gelen renk cümbüşleri, bir şiirin mısraları arasından çıkarak yüreğe usulca sevgi fısıldayan sözler, üzerindeki rehaveti atıp çıkılan olağanüstü yolculuklar hep zamanın dışına çıkma oyunlarının küçük hediyeleri… Tanrı’ya, hayata inanç olmasa, sanat ve edebiyat olmasa zamanın kölesi olmaktan asla kurtulamayacaktık. Onlar bize ara ara nefes alma fırsatı veriyor. Ara ara bu dünya hapishanesinin bahçesine çıkıp temiz havayı ciğerlerimize çekmeyi, kendimizi geçmiş ve geleceğin ağır gövdesinden kurtararak küçük patika yollarda kaybolmayı armağan ediyor. İnsan üzülecekse bütün hayatını bunlardan mahrum geçirenlere üzülmeli. İnsan üzülecekse yeryüzüne bir kereliğine geldiği halde onun gereğini yapmayan, arada bir trenden dışarı bakmayan, arada bir mola vermeyen, hareket halindeki titreşimi elinin tersiyle itip etrafına derin gözlerle bakmayan uyuşuk hayatlara üzülmeli. Zamanın uyuşturduklarını uyku nasıl da sarmalıyor, nasıl da körlemesine baktırıyor hayata.
Her mola, her dikkatli bakış hayatın bize düş hediyesi. Uykunun en güzel meyvesidir o ve gündüz, berrak gözlerle görmenin tek yolu sanat ile edebiyattır. Bedenin her organı, her kıvrımı, her hücresi onunla açılır, küşayiş bulur, onunla keyiflenir, kendine gelir, onunla yenilenir, tazelenir, kısa süreliğine bulunduğu yerden yukarıya sıçrar, hayatı birkaç saniyeliğine, birkaç dakikalığına o yükseklikten seyreder, sonra tekrar bulunduğu yere düşer. Beden düştüğü an ruh üzülür, kendi köşesine büzülür ve gözlerini kapayarak yeni bir sıçramanın hayalini kurar. Bu, zamanın efendisi olma arayışıdır işte. Kendini zamanın tekdüze akışının kıyısında bulmak, anaforuna takılmak, kendi etrafında dönmek şeklinde olsa bile onun arka bahçelerinde gezintiye çıkmaktır efendi olmak.
Hayatın penceresidir sanat. İnsan ne vakit oradan dışarı baksa, çevrili olduğu duvarları unutur, orada, önünde uzanan sayısız güzelliğe kaptırır kendini. Zamanın iri gövdesine çentik açmak da onun dallarına uzanıp o ince dallarda kendini denemek de zihninin elleriyle meyvelerinden koparmak da ancak böylece, sanatla hemhal olarak mümkün. Her sanat eseri, her inşa, her resim, her beste, her şiir insan bedeninin kendi güzelliğini ama sadece güzelliğini parlak bir aynada seyretmesi demek. Aynalara bakmayı seviyoruz nasılsa, değil mi ama? Aynalar ne söyleyebilir ki göz kapalı olduktan sonra? Uyuşukluk, zamanın iş birlikçi çırağı, her an, her daim göz kapağının üstünde, tetikte… Ancak ışığa eğilimliler kandırabilir bu iş bilir çırağı… Ancak ve daima pencereden dışarı bakanlar…