Dolar (USD)
35.34
Euro (EUR)
36.46
Gram Altın
3000.05
BIST 100
10075.17
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Uydurma resmî dil hakkında Oğuz Çetinoğlu'na mülâkat (2)

dünden devam

- Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu (TDK) Fransızca ‘akustik’ kelimesine, ‘yankılanım’, fizik terimi olarak da ‘yankıbilim’ karşılığını teklif etti. ‘Yankılanım’ kelimesi Türk dil bilgisi kaidelerine uygun olarak türetilmiş bir kelime midir? Değilse, sizce uygun kelime ne olabilir? ‘Yankıbilim’ yerine ‘ses tekniği’ denilemez mi?

- Yesevîzâde: Fransızcanın en mûteber lugati olan Le Petit Robert’e nazaran, “acoustique”, “sesle alâkalı” (“sese âid”, “sese dâir”) manâsında Yunanca “akustikos”tan geliyor. Sıfat hâlinde kullanıldığında, Fransızcada da “işitmeyle, sesle alâkalı” demekdir. “Nerf acoustique (auditif)”: “işitme siniri” gibi… (Bu misâlde de müşâhede edildiği vechiyle, bir başka dildeki sıfat tamlaması, isim tamlasıyle tercüme edilebilir. Harfiyen tercüme yâhud çeviri, çok def’a “sahîh tercüme”ye aykırıdır.) Sıfat hâlindeki bu kullanışa, Le Petit Robert’de, bir de “guitare acoustique” misâli veriliyor. Wikipedia’dan araştırıldığında, hâlen üç çeşid gitarın mevcûd olduğu görülüyor: “guitare classique; guitare acoustique; guitare électrique”… Bunlar, Türkcede, sırasıyle şöyle ifâde edilebilir: “An’anevî gitar, çelik telli gitar, elektrikli gitar”… Sıfat olarak kullanılışına dîğer misâller: “Les phénomènes acoustiques”, “les ondes acoustiques”, “la pression acoustique”: (sırasıyle) “ses hâdiseleri”, “ses dalgaları”, “ses tazyîkı”…

Acoustique”, müennes isim (l’acoustique) olarak kullanıldığında ise, hem müsbet ilimlerdeki ses bahsi, hem de ses tertîbi mânâlarını kazanıyor. Fransızcada, “ses ilmi” mânâsında “phonologie” kelimesi de bulunduğundan, Türkcede bunları farklı ifâdelerle ayırt etmek lâzım geliyor: “Fizikdeki ses bahsi (veyâ ilmi)”, “lisâniyâttaki ses bahsi (ilmi)” gibi… Bunlardan ikincisi için zâten bir ıstılâhımız var: “savtiyât”… “Acoustique architecturale”: “mîmârî (veyâ inşââtla) alâkalı ses tekniği, inşââtın ses tertîbâtı”… “La bonne acoustique de la salle” dendiğinde, bu tâbir de “salonun ses tertîbâtı gâyet iyi” şeklinde karşılanabilir. Veyâ: “İyi ses tertîbâtına sâhib bir salon; ses tertîbâtı iyi bir salon”… “L’isolation acoustique”: “ses tecrîdi”…

Şu îzâhatımıza nazaran, “yankılanım”, “yankıbilim” gibi tâbirler bize yabancıdır. Bunlardan “yankıbilim”, Fransızcanın selîkası taklîd edilerek uydurulmuştur; şîvesizlikle mâlûldür. “Yankılanım” veyâ “yankılanma” da, “acoustique”in değil, “réverbération”un karşılığıdır. (“Écho”: “yankı”, “aksisedâ”; “réflexion”: “akis”, “in’ikâs”…)

- Çetinoğlu: Yabancı kelimelere bulunacak karşılıkların tek kelime olması tercih edilirse de, ‘mutlak şart’ mıdır?

- Yesevîzâde: Elbette değil! Her dil, kapalı bir sistemdir ve herhangi bir mefhûmu kendi kâidelerine, kendi zevk ve alışkanlıklarına göre ifâde eder. Yalnız, bir ıstılâh bahis mevzûu olduğunda, onun mümkün mertebe kısa olması arzû edilir. “Traductologie”ye biz “tercüme ilmi” deriz. “Un problème traductologique” tâbirini de, “tercüme ilmine âid / dâir, tercüme ilmiyle alâkalı bir mes’ele; bir tercüme ilmi mes’elesi” gibi muhtelif sûretlerde ifâde edebiliriz. Fransız “réfrigérateur” der, halkımızın dilinde o, -bir birleşik kelimeyle- “buzdolabı” olur…

- Çetinoğlu: Fransızların ‘aksan sirkonfleks dedikleri, ‘^’ işâreti, halk arasında ‘şapka’ olarak anılıyor. Türk Dil Kurumu ise ‘inceltme işâreti’ diyor. Söz konusu işâret, sâdece inceltme için kullanılmıyor. Uzatma için de kullanılıyor. ‘Kâğıt’ da inceltme ‘işâreti’ dir de; ‘Türkî’de uzatma işâretidir. Bu sebeple olmalı… ‘düzeltme işâreti’ olarak isimlendirenlere de rastlanıyor. Bu karmaşayı önlemek kimin vazifesidir?

- Yesevîzâde:Accent circonflexe” için güzel bir Türkce karşılık, “külâh”dır. Uydurmacılar, başlangıcda, bunu hem uzatma, hem de inceltme işâreti olarak kullandılar. Lâkin uzatılan ünlüler için kullanmaları nâdirdir. Çünki onlar, uydurdukları yeni dilde, hiçbir uzun ünlüye yer vermeme gâyesi güdüyorlardı. Hâlbuki kâide dışı olarak ince telaffuz edilen ünsüzler, nisbeten azdır. Bu bakımdan, ben şahsen, “külâh”ı sâdece uzun ünlüleri tefrîk etmek için kullanıyorum. Gazetelerde tefrika edilen birkaç kitab çalışmamda, yazımıza, bu mes’eleyi kökünden hâlleden iki işâret dâhil ettim: Kavis ( ̆ ) ve tilde ( ̃ )… Kâide dışı olarak kalın okunan ünsüzlerin üzerine kavis, yine kâide dışı olarak ince okunan ünsüzlerin üzerine tilde koydum: İnk̆il̃âb, l̃atîf, ıstıl̃âh, âk̆il, l̃aik gibi. Böylece ecnebî dillerden ik̆tibâs ettiğimiz bütün kelimeleri dahi, İstanbul şîvesiyle doğru tel̃affuz etmek mümkün oluyor.

Şimdilerde ise, Dil Kurumu, uzun ünlülerde külâhı tamâmen kaldırmış bulunuyor. Böylece hem gramer fonksiyonu, hem telaffuzu farklı olan nisbet i’si () dahi kısa ünlü (-i) olarak yazılıyor ve çok def’a metinde çekim ekiymiş intibâı bırakıyor: “iktisâdî” yerine “iktisadi”, hayâtî” yerine “hayati” gibi… Bu, Dil Kurumu’nun Türkcemize ne ilk sûikasdidir, ne de sonuncusu olarak kalacaktır!

- Çetinoğlu: Attilâ İlhan, ‘Türk dilinin grameri yoktur! Osmanlıca’nın da yoktu’ Diyor. Bir toplantıda; ‘Ben de aynı kanaatteyim’ dediğimde, konuşmacı, ‘Jean Deny’nin Hüseyin Câhit (Yalçın)ın, Tahsin Bangoğu’nun, Muharrem Ergin’in kitapları var’ dedi. Toplantıyı yöneten, ‘O konu, konferansımızın konusu değil’ deyip tartışmayı önledi. Onlar genel kabul görmüş kitaplar değil. Ders kitapları. Üstelik aralarında mübâyenet var. Sizce Türk dilinin genel kabul görmüş grameri var mı? Kanaatinizi lütfeder misiniz?

- Yesevîzâde: Muhakkak ki her dilin grameri, kavâidi, sarf ve nahvi mevcûddur. Herhâlde, kendine göre mantığı olmıyan bir dil düşünülemez. Gramer, dilin mantığıdır.

Yalnız, zannederim, ortaya attığınız mes’ele, Türkcemizin tatmînkâr bir gramer kitabı olmadığıdır. Allâh’a şükür ki Osmanlı’nın son devrinden beri birçok gramer kitabı têlîf edilmiştir! Bunlar, her bakımdan tatmînkâr olmıyabilir. Şu var ki araştırdığımız bir bahis birinde iyi îzâh edilmemişse (veyâ atlanmışsa), bir başkasında daha iyi îzâh edilmiş olabilir. Tek kitaba bağlı kalmak zorunda değiliz. Ben şahsen, Prof. Dr. Muharrem Ergin ile Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın gramer kitablarından çok müstefid oluyorum. Bir de, dilimizin gramer mes’eleleri üzerinde bir başka dilin grameriyle mukâyeseli olarak teemmül edildiğinde, onun mantığı ve husûsiyetleri daha iyi anlaşılıyor.

Dîğer taraftan, Türkcenin tatmînkâr gramer kitabları mevcûdsa da, sadra şifâ hiçbir lugati yoktur! Başta Dil Kurumu’nun lugati olmak üzere, bütün lugat kitabları dökülüyor! Gencliğimden beri tekrâr ettiğim gibi, Türkcenin dört başı mâmûr bir lugati, ancak Le Petit Robert’i nümûne ittihâz eden bir lugat olabilir. Bittabi “Türkce” diyorum… Bunda, resmî dayatma sebebiyle halk arasında ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, hiçbir Uydurmaca kelimeye yer verilemez! (Bunlar, lugatlerde, bir “Barbarca Kelimeler” zeyli hâlinde verilmeli ve okurlar, onları kullanmamaları husûsunda îkâz edilmelidir.) Ve, Dil Kurumu’nun Lugatinde olduğu gibi, kelimeler, karşılarına bir başka kelime (Uydurmacaya karşılık Türkce veyâ tersi) konularak îzâh edilmiş sayılmaz; onların tek tek "efrâdını câmi, ağyârını mâni” târifleri yapılır; ayrıca örnek cümlelerle kullanılışları öğretilir…

- Çetinoğlu: İnsan adı olan Kasım, ile ay adı olan Kasım aynı yazılıp farklı okunmasını yorumlar mısınız?

- Yesevîzâde: Mâlûm, Mîlâdî Takvîmdeki ay adlarımızdan dördü, 10 Ocak 1945 târih ve 4696 sayılı kânûnla değiştirilmiştir. (Wikipedia'dan) Sırasıyle: Teşrîn-i Evvel (İlk Teşrîn), Teşrîn-i Sânî (Son Teşrîn), K̃ânûn-u Evvel, K̃ânûn-u Sânî: Ekim, Kasım, Aralık, Ocak… Kısa (a) ünlüsüyle telaffuz edilen “Kasım”ın aslı, kısımlara ayıran, taksîm eden, bölen mânâsında “kâsım”dır. Kubbealtı Lugati’nden öğrendiğimize göre, Türkcemizde “rûz-i kâsım” şeklinde bir tâbir mevcûddur ve bu, “seneyi ikiye bölen gün” demekdir. 1945 Kânûnuyle kabûl edilen ay isminin aslı, işbu “kâsım”dır ve erkek ismi olarak kullanılan “Kâsım”la aynı kelimedir. Lâkin Uydurma Dilciler, uzun ünlüleri Resmî Dilden tardetme siyâseti güttüklerinden, bu kelimedeki “uzun a”yı da kısaltmışlardır.

- Çetinoğlu: TDK’nın ‘amblem’ için teklif ettiği ‘belirtke’ kelimesi; sizce uygun mudur?

- Yesevîzâde: Birincisi, bir dilde, herhangi bir kelime, dayatmayle değil de, tabiî olarak yaygınlaşmış, umûmî kabûl görmüşse, (istisnâî hâller hâric) ona dokunmak hatâdır, Millete saygısızlıktır. Kelimenin şu veyâ bu menşêden olması mühim değildir; Ziyâ Gökalp’in ve ondan evvel Şemseddîn Sâmi’nin düstûruyle “Türkceleşmiş her kelime Türkcedir”. İktibâs edilmiş bir kelime bir dil ihtiyâcına cevâb veriyorsa ve telaffuzu da Türkcemizin âhengine uymuşsa, o bizmdir. Hele ki uzun müddet kullanıla kullanıla târihî derinlik ve muhtelif tedâîler (“connotations”) kazanmışsa! Her şeyden evvel bu telakkî çerçevesinde “belirtke” kelimesi yersizdir.

Dîğer taraftan, yeni kelime teşkîl edilirken riâyet edilecek bir esâs da şudur: Yeni kelime, o dili konuşan insanın zihninde, kasdedilen mânâ hakkında hemen bir fikir, bir hayâl uyandırmalı, mânâ, onun tarafından, az çok sezilmelidir. Az çok sezilen mânâ ise, kelimenin dört başı mâmûr târifiyle tam olarak kavranacaktır. Hâlbuki “belirtke” kelimesini duyduğumuzda apışıp kalıyor, “bu da neyin nesi böyle” diyoruz… Çünki “-ke” türetmeliğinin fiil köküne nasıl bir mânâ kattığını anlıyamıyoruz. Telaffuzu da hoşumuza gitmiyor…

Fiilden isim türeten “-gA” eki, işlek bir ek değildir. Onu “kavurga”, “süpürge”, “bilge”, “dalga” gibi kelimelerden biliyoruz. Köklerini kavrıyamadığımız “damga, gölge, yonga, yufka, kaburga, kasırga, omurga, çekirge” gibi çok eski kelimelerde de bu ek var. “Kavurga” ve “süpürge” kelimelerine benziyen “bölge”, “sömürge” bizi yadırgatmıyor? Fakat –Zeynep Korkmaz’ın misâlleriyle- “beirtke” (amblem), “birleşke” (kooperatif), “çizge” (grafik), “değişke” (modifikasyon), “yerleşke” (kampüs), “duyarga” (anten), “dizge” (sistem), “çizelge” (cetvel), “yörünge” (mahrek), “bildirge” (beyânnâme), “genelge” (tâmîm), v.s. bize itici geliyor…

Dille bir asırdır böyle oynayıp duruyorlar! Kendilerini Milletimizden ayırıp dili, dîni ve sâir kültür unsurları farklı ayrı bir millet inşâ etmiye çalışıyorlar! Lâkin bizim dilimiz de, kültürümüz de, târihî bir varlık hâlinde olduğu yerde duruyor! Milyonlarca sayfayle zapta geçmiş dilimizi yok edemezler! Bütün mes’ele ona sâhib çıkabilmekte, onu kendi nefsimizde de yaşatmakta!

- Çetinoğlu: ‘Amortisman’ kelimesi Türkçede kullanılan ve bilinen bir kelime. Karşılık olarak TDK’nın teklif etiği ‘Aşınma payı’ veya ‘yıpranma payı’ gibi kelime gruplarına ihtiyaç var mı?

- Yesevîzâde: Evvelce de söylediğimiz gibi, yerleşmiş, umûmca benimsenmiş, hattâ işlekliği nisbetinde yeni mânâlar ve târihî derinlik kazanmış kelimeleri tasfiye etmiye çalışmak cinâyettir, bir “dil cinâyeti”dir. “Amortisör” kelimesi de böyledir. Mâmâfih, iktisâdda, yerine göre, “yıpranma payı” tâbirinin kullanılmasında da bir mahzûr görmüyorum.

Dilimizin lüzûmsuz yere, hele ki kültür emperyalizminin bir tezâhürü olarak, yabancı istîlâsına uğramasına mâni olmak için yapılması lâzım gelen, yabancı dillerdeki gelişmeleri ve bilhâssa müsbet ilimlerde ortaya çıkan yeni mefhûmları, ayrıca yeni teknik îcâdları tâkîb etmek, yabancı dillerdeki yeni kelimelere, daha onlar dilimize girmeden, mâkûl, dilimizin selîkasına muvâfık karşılıklar bulmaktır. Bu da, büyük imkânları olan büyük bir müessesenin işidir. Dil Kurumu, “ideolojik engelli” olmasaydı, bunu başarabilir ve Türkceye hizmet edebilirdi…

Bir de, yabancı kelimelere karşılık ararken, onun illâ ki Eski Türkce köklere dayanması gibi bir saplantıya kapılmamak lâzımdır. Türkcenin malı olmuş bütün kelimeler, bilâtefrîk, bu uğurda seferber edilmelidir. Meselâ “traductologie” karşılığı olarak “çeviribilim” gibi bir ucûbe teşkîl etmiyecek, “tercüme ilmi” diyeceğiz…

1_34591b76f0f2689651812bd1c7d30b20.jpg

Hizmet aşkının, büyük emek ve fedâkârlığın mahsûlü Oğuz Çetinoğlu Külliyâtından bir demet eser…

***

DEVAMI YARIN