Uydurma resmî dil hakkında Oğuz Çetinoğlu'na mülâkat (2)
dünden devam
- Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu (TDK) Fransızca ‘akustik’ kelimesine,
‘yankılanım’, fizik terimi olarak da ‘yankıbilim’ karşılığını teklif etti.
‘Yankılanım’ kelimesi Türk dil bilgisi kaidelerine uygun olarak türetilmiş bir
kelime midir? Değilse, sizce uygun kelime ne olabilir? ‘Yankıbilim’ yerine ‘ses
tekniği’ denilemez mi?
- Yesevîzâde: Fransızcanın en mûteber lugati olan Le Petit Robert’e nazaran, “acoustique”, “sesle alâkalı” (“sese
âid”, “sese dâir”) manâsında Yunanca “akustikos”tan
geliyor. Sıfat hâlinde kullanıldığında, Fransızcada da “işitmeyle, sesle
alâkalı” demekdir. “Nerf acoustique (auditif)”: “işitme siniri” gibi… (Bu
misâlde de müşâhede edildiği vechiyle, bir başka dildeki sıfat tamlaması, isim
tamlasıyle tercüme edilebilir. Harfiyen tercüme yâhud çeviri, çok def’a “sahîh
tercüme”ye aykırıdır.) Sıfat hâlindeki bu kullanışa, Le Petit Robert’de, bir de “guitare
acoustique” misâli veriliyor. Wikipedia’dan
araştırıldığında, hâlen üç çeşid gitarın mevcûd olduğu görülüyor: “guitare classique; guitare acoustique; guitare
électrique”… Bunlar, Türkcede, sırasıyle şöyle ifâde edilebilir: “An’anevî
gitar, çelik telli gitar, elektrikli gitar”… Sıfat olarak kullanılışına dîğer
misâller: “Les phénomènes acoustiques”,
“les ondes acoustiques”, “la pression acoustique”: (sırasıyle)
“ses hâdiseleri”, “ses dalgaları”, “ses tazyîkı”…
“Acoustique”, müennes isim (l’acoustique)
olarak kullanıldığında ise, hem müsbet ilimlerdeki ses bahsi, hem de ses
tertîbi mânâlarını kazanıyor. Fransızcada, “ses ilmi” mânâsında “phonologie” kelimesi de bulunduğundan,
Türkcede bunları farklı ifâdelerle ayırt etmek lâzım geliyor: “Fizikdeki ses
bahsi (veyâ ilmi)”, “lisâniyâttaki ses bahsi (ilmi)” gibi… Bunlardan ikincisi
için zâten bir ıstılâhımız var: “savtiyât”… “Acoustique architecturale”: “mîmârî (veyâ inşââtla) alâkalı ses
tekniği, inşââtın ses tertîbâtı”… “La
bonne acoustique de la salle” dendiğinde, bu tâbir de “salonun ses
tertîbâtı gâyet iyi” şeklinde karşılanabilir. Veyâ: “İyi ses tertîbâtına sâhib
bir salon; ses tertîbâtı iyi bir salon”… “L’isolation
acoustique”: “ses tecrîdi”…
Şu îzâhatımıza nazaran,
“yankılanım”, “yankıbilim” gibi tâbirler bize yabancıdır. Bunlardan
“yankıbilim”, Fransızcanın selîkası taklîd edilerek uydurulmuştur; şîvesizlikle
mâlûldür. “Yankılanım” veyâ “yankılanma” da, “acoustique”in değil, “réverbération”un
karşılığıdır. (“Écho”: “yankı”, “aksisedâ”; “réflexion”: “akis”, “in’ikâs”…)
- Çetinoğlu: Yabancı kelimelere bulunacak karşılıkların tek kelime
olması tercih edilirse de, ‘mutlak şart’ mıdır?
- Yesevîzâde: Elbette değil! Her dil, kapalı bir sistemdir ve
herhangi bir mefhûmu kendi kâidelerine, kendi zevk ve alışkanlıklarına göre
ifâde eder. Yalnız, bir ıstılâh bahis mevzûu olduğunda, onun mümkün mertebe
kısa olması arzû edilir. “Traductologie”ye
biz “tercüme ilmi” deriz. “Un problème
traductologique” tâbirini de, “tercüme ilmine âid / dâir, tercüme ilmiyle
alâkalı bir mes’ele; bir tercüme ilmi mes’elesi” gibi muhtelif sûretlerde ifâde
edebiliriz. Fransız “réfrigérateur” der, halkımızın dilinde o, -bir birleşik
kelimeyle- “buzdolabı” olur…
- Çetinoğlu: Fransızların ‘aksan sirkonfleks dedikleri, ‘^’ işâreti,
halk arasında ‘şapka’ olarak anılıyor. Türk Dil Kurumu ise ‘inceltme işâreti’
diyor. Söz konusu işâret, sâdece inceltme için kullanılmıyor. Uzatma için de
kullanılıyor. ‘Kâğıt’ da inceltme ‘işâreti’ dir de; ‘Türkî’de uzatma
işâretidir. Bu sebeple olmalı… ‘düzeltme işâreti’ olarak isimlendirenlere de
rastlanıyor. Bu karmaşayı önlemek kimin vazifesidir?
- Yesevîzâde: “Accent
circonflexe” için güzel bir Türkce karşılık, “külâh”dır. Uydurmacılar,
başlangıcda, bunu hem uzatma, hem de inceltme işâreti olarak kullandılar. Lâkin
uzatılan ünlüler için kullanmaları nâdirdir. Çünki onlar, uydurdukları yeni
dilde, hiçbir uzun ünlüye yer vermeme gâyesi güdüyorlardı. Hâlbuki kâide dışı
olarak ince telaffuz edilen ünsüzler, nisbeten azdır. Bu bakımdan, ben şahsen,
“külâh”ı sâdece uzun ünlüleri tefrîk etmek için kullanıyorum. Gazetelerde
tefrika edilen birkaç kitab çalışmamda, yazımıza, bu mes’eleyi kökünden
hâlleden iki işâret dâhil ettim: Kavis (
̆ ) ve tilde ( ̃ )… Kâide dışı olarak
kalın okunan ünsüzlerin üzerine kavis, yine kâide dışı olarak ince okunan
ünsüzlerin üzerine tilde koydum: İnk̆il̃âb, l̃atîf, ıstıl̃âh, âk̆il, l̃aik
gibi. Böylece ecnebî dillerden ik̆tibâs ettiğimiz bütün kelimeleri dahi,
İstanbul şîvesiyle doğru tel̃affuz etmek mümkün oluyor.
Şimdilerde ise, Dil
Kurumu, uzun ünlülerde külâhı tamâmen kaldırmış bulunuyor. Böylece hem gramer
fonksiyonu, hem telaffuzu farklı olan nisbet i’si (-î) dahi kısa ünlü (-i)
olarak yazılıyor ve çok def’a metinde çekim ekiymiş intibâı bırakıyor:
“iktisâdî” yerine “iktisadi”, hayâtî” yerine “hayati” gibi… Bu, Dil Kurumu’nun
Türkcemize ne ilk sûikasdidir, ne de sonuncusu olarak kalacaktır!
- Çetinoğlu: Attilâ İlhan, ‘Türk dilinin grameri yoktur!
Osmanlıca’nın da yoktu’ Diyor. Bir toplantıda; ‘Ben de aynı kanaatteyim’
dediğimde, konuşmacı, ‘Jean Deny’nin Hüseyin Câhit (Yalçın)ın, Tahsin
Bangoğu’nun, Muharrem Ergin’in kitapları var’ dedi. Toplantıyı yöneten, ‘O
konu, konferansımızın konusu değil’ deyip tartışmayı önledi. Onlar genel kabul
görmüş kitaplar değil. Ders kitapları. Üstelik aralarında mübâyenet var. Sizce
Türk dilinin genel kabul görmüş grameri var mı? Kanaatinizi lütfeder misiniz?
- Yesevîzâde: Muhakkak ki her dilin grameri, kavâidi, sarf ve nahvi
mevcûddur. Herhâlde, kendine göre mantığı olmıyan bir dil düşünülemez. Gramer,
dilin mantığıdır.
Yalnız, zannederim,
ortaya attığınız mes’ele, Türkcemizin tatmînkâr bir gramer kitabı olmadığıdır.
Allâh’a şükür ki Osmanlı’nın son devrinden beri birçok gramer kitabı têlîf
edilmiştir! Bunlar, her bakımdan tatmînkâr olmıyabilir. Şu var ki
araştırdığımız bir bahis birinde iyi îzâh edilmemişse (veyâ atlanmışsa), bir
başkasında daha iyi îzâh edilmiş olabilir. Tek kitaba bağlı kalmak zorunda
değiliz. Ben şahsen, Prof. Dr. Muharrem Ergin ile Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın
gramer kitablarından çok müstefid oluyorum. Bir de, dilimizin gramer
mes’eleleri üzerinde bir başka dilin grameriyle mukâyeseli olarak teemmül
edildiğinde, onun mantığı ve husûsiyetleri daha iyi anlaşılıyor.
Dîğer taraftan, Türkcenin
tatmînkâr gramer kitabları mevcûdsa da, sadra şifâ hiçbir lugati yoktur! Başta
Dil Kurumu’nun lugati olmak üzere, bütün lugat kitabları dökülüyor!
Gencliğimden beri tekrâr ettiğim gibi, Türkcenin dört başı mâmûr bir lugati,
ancak Le Petit Robert’i nümûne
ittihâz eden bir lugat olabilir. Bittabi “Türkce” diyorum… Bunda, resmî dayatma
sebebiyle halk arasında ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, hiçbir Uydurmaca
kelimeye yer verilemez! (Bunlar, lugatlerde, bir “Barbarca Kelimeler” zeyli
hâlinde verilmeli ve okurlar, onları kullanmamaları husûsunda îkâz
edilmelidir.) Ve, Dil Kurumu’nun Lugatinde olduğu gibi, kelimeler, karşılarına
bir başka kelime (Uydurmacaya karşılık Türkce veyâ tersi) konularak îzâh
edilmiş sayılmaz; onların tek tek "efrâdını câmi, ağyârını mâni” târifleri
yapılır; ayrıca örnek cümlelerle kullanılışları öğretilir…
- Çetinoğlu: İnsan adı olan Kasım, ile ay adı olan Kasım aynı yazılıp
farklı okunmasını yorumlar mısınız?
- Yesevîzâde: Mâlûm, Mîlâdî Takvîmdeki ay adlarımızdan dördü, 10 Ocak
1945 târih ve 4696 sayılı kânûnla değiştirilmiştir. (Wikipedia'dan) Sırasıyle: Teşrîn-i Evvel (İlk Teşrîn), Teşrîn-i
Sânî (Son Teşrîn), K̃ânûn-u Evvel, K̃ânûn-u Sânî: Ekim, Kasım, Aralık, Ocak… Kısa
(a) ünlüsüyle telaffuz edilen “Kasım”ın aslı, kısımlara ayıran, taksîm eden,
bölen mânâsında “kâsım”dır. Kubbealtı
Lugati’nden öğrendiğimize göre, Türkcemizde “rûz-i kâsım” şeklinde bir
tâbir mevcûddur ve bu, “seneyi ikiye bölen gün” demekdir. 1945 Kânûnuyle kabûl
edilen ay isminin aslı, işbu “kâsım”dır ve erkek ismi olarak kullanılan
“Kâsım”la aynı kelimedir. Lâkin Uydurma Dilciler, uzun ünlüleri Resmî Dilden
tardetme siyâseti güttüklerinden, bu kelimedeki “uzun a”yı da kısaltmışlardır.
- Çetinoğlu: TDK’nın ‘amblem’ için teklif ettiği ‘belirtke’ kelimesi;
sizce uygun mudur?
- Yesevîzâde: Birincisi, bir dilde, herhangi bir kelime, dayatmayle
değil de, tabiî olarak yaygınlaşmış, umûmî kabûl görmüşse, (istisnâî hâller
hâric) ona dokunmak hatâdır, Millete saygısızlıktır. Kelimenin şu veyâ bu
menşêden olması mühim değildir; Ziyâ Gökalp’in ve ondan evvel Şemseddîn
Sâmi’nin düstûruyle “Türkceleşmiş her kelime Türkcedir”. İktibâs edilmiş bir
kelime bir dil ihtiyâcına cevâb veriyorsa ve telaffuzu da Türkcemizin âhengine
uymuşsa, o bizmdir. Hele ki uzun müddet kullanıla kullanıla târihî derinlik ve
muhtelif tedâîler (“connotations”)
kazanmışsa! Her şeyden evvel bu telakkî çerçevesinde “belirtke” kelimesi
yersizdir.
Dîğer taraftan, yeni
kelime teşkîl edilirken riâyet edilecek bir esâs da şudur: Yeni kelime, o dili
konuşan insanın zihninde, kasdedilen mânâ hakkında hemen bir fikir, bir hayâl
uyandırmalı, mânâ, onun tarafından, az çok sezilmelidir. Az çok sezilen mânâ
ise, kelimenin dört başı mâmûr târifiyle tam olarak kavranacaktır. Hâlbuki “belirtke” kelimesini duyduğumuzda apışıp
kalıyor, “bu da neyin nesi böyle” diyoruz… Çünki “-ke” türetmeliğinin fiil köküne nasıl bir mânâ kattığını
anlıyamıyoruz. Telaffuzu da hoşumuza gitmiyor…
Fiilden isim türeten “-gA” eki, işlek bir ek değildir. Onu
“kavurga”, “süpürge”, “bilge”, “dalga” gibi kelimelerden biliyoruz. Köklerini
kavrıyamadığımız “damga, gölge, yonga, yufka, kaburga, kasırga, omurga,
çekirge” gibi çok eski kelimelerde de bu ek var. “Kavurga” ve “süpürge” kelimelerine
benziyen “bölge”, “sömürge” bizi yadırgatmıyor? Fakat –Zeynep Korkmaz’ın
misâlleriyle- “beirtke” (amblem),
“birleşke” (kooperatif), “çizge” (grafik), “değişke” (modifikasyon), “yerleşke”
(kampüs), “duyarga” (anten), “dizge” (sistem), “çizelge” (cetvel), “yörünge”
(mahrek), “bildirge” (beyânnâme), “genelge” (tâmîm), v.s. bize itici geliyor…
Dille bir asırdır böyle
oynayıp duruyorlar! Kendilerini Milletimizden ayırıp dili, dîni ve sâir kültür
unsurları farklı ayrı bir millet inşâ etmiye çalışıyorlar! Lâkin bizim dilimiz
de, kültürümüz de, târihî bir varlık hâlinde olduğu yerde duruyor! Milyonlarca
sayfayle zapta geçmiş dilimizi yok edemezler! Bütün mes’ele ona sâhib
çıkabilmekte, onu kendi nefsimizde de yaşatmakta!
- Çetinoğlu: ‘Amortisman’ kelimesi Türkçede kullanılan ve bilinen bir
kelime. Karşılık olarak TDK’nın teklif etiği ‘Aşınma payı’ veya ‘yıpranma payı’
gibi kelime gruplarına ihtiyaç var mı?
- Yesevîzâde: Evvelce de söylediğimiz gibi, yerleşmiş, umûmca
benimsenmiş, hattâ işlekliği nisbetinde yeni mânâlar ve târihî derinlik
kazanmış kelimeleri tasfiye etmiye çalışmak cinâyettir, bir “dil cinâyeti”dir.
“Amortisör” kelimesi de böyledir. Mâmâfih, iktisâdda, yerine göre, “yıpranma
payı” tâbirinin kullanılmasında da bir mahzûr görmüyorum.
Dilimizin lüzûmsuz yere,
hele ki kültür emperyalizminin bir tezâhürü olarak, yabancı istîlâsına
uğramasına mâni olmak için yapılması lâzım gelen, yabancı dillerdeki
gelişmeleri ve bilhâssa müsbet ilimlerde ortaya çıkan yeni mefhûmları, ayrıca
yeni teknik îcâdları tâkîb etmek, yabancı dillerdeki yeni kelimelere, daha
onlar dilimize girmeden, mâkûl, dilimizin selîkasına muvâfık karşılıklar
bulmaktır. Bu da, büyük imkânları olan büyük bir müessesenin işidir. Dil
Kurumu, “ideolojik engelli” olmasaydı, bunu başarabilir ve Türkceye hizmet
edebilirdi…
Bir de, yabancı
kelimelere karşılık ararken, onun illâ ki Eski Türkce köklere dayanması gibi
bir saplantıya kapılmamak lâzımdır. Türkcenin malı olmuş bütün kelimeler,
bilâtefrîk, bu uğurda seferber edilmelidir. Meselâ “traductologie” karşılığı
olarak “çeviribilim” gibi bir ucûbe teşkîl etmiyecek, “tercüme ilmi” diyeceğiz…
Hizmet
aşkının, büyük emek ve fedâkârlığın mahsûlü Oğuz Çetinoğlu Külliyâtından bir
demet eser…
***
DEVAMI YARIN