Uydu
Amerika ve Rusya henüz uydu çalışmalarına başlamamıştı. Avrupa dâhil olmak üzere birbirleriyle boğuşuyor, gırtlaklarına kadar kana bulandıkları halde salonlarda medeniyet görüntüsünden taviz vermiyordular… Milyonların cesetleri üzerinde kadeh kaldırıp, Avrupa’nın yıkılışını, Asya’da İngiliz dessaslığını, sonrada Japonya’ya atılan atomun tahribatıyla Amerikan alçaklığını izliyordular… İşte “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” bu minval üzereyken sırf inancı uğruna memleketinden itilmiş, önce ıssız bir yere, daha sonrada soğuk ve zehir dolu hücrelere kakılmış, Bediüzzaman, 1930’ların sonuna doğru eneye haddini bildirip, mahiyetini ortaya koymuş sonra zerrelere tefekkür uydusu göndermiştir.
Enenin burnu sürtülmeden, işe yarar hale gelmeden, en azından; buraya kadar benim cüzi irademdedir; bundan sonrası ise Allah’ın külli iradesindedir diyecek şuur sahibi olmadan benliğin gerçek vazifesi anlaşılmıyor. İnsana verilen enenin anahtar olduğu, kâinattaki sırları açacak özellikte olduğu anlaşılmadan zerre ve yıldızlardaki ilahi kudreti anlayacak hale gelinmiyor. Enesini yani benliğini yırtamayan zerrenin perdelerini yırtıp, hakikatleri göremiyor. İşte hakikatlere ulaşmak, iman da terakki etmek için enenin – benliğin yırtılması gerektiğini gören Bediüzzaman, kibirleri dev ve zulmün zirvelerini tutmuş insanların zulümlerine aldırmadan, zerreye uydu gönderiyor, insanlığın imanda terakki etmesine vesile oluyordu. Zira zerredeki hayret verici intizamı, kusursuz sanatı göremeyen kâinattaki sanatı ilahiye karşı kör kalabiliyor.
Bediüzzaman, zerrelere gönderdiği uyduyu kurduğu tefekkür rampasından yıldızlara, güneşe hatta melekler ve ruhlar âlemine de göndermiştir. Biz Bediüzzaman’la güneşin itaat eden bir memur olduğunu Allah’ın emriyle bize aşçılık yaptığını öğrendik. Bütün hakikatleri öğrenmemizin tek şartı var; insanın nübüvvet ve diyanet yolunda yol alıp, bozuk felsefenin yoluna sapmamış olması gerekiyor…
Bediüzzaman, Otuzuncu Söz’de, önce eneyi – benliği adeta EMAR'a alıyor. Enenin künûz-u mahfiye; gizli hazineler, Allah’ın isimlerini tanımak, kâinatın tılsım-ı muğlâkını yani anlaşılması zor sırları anahtar olarak açmak olduğunu ortaya koyuyor. Ve eneyle küçücük irademizi Allah’ın sonsuz kuvvetini kıyaslama fırsatı da bulmuş oluyoruz. Ben bu küçük işi yaptığım gibi bütün kâinatı yapan da Allah’tır diyerek kendi sınırlarımızı öğrenmiş oluyoruz. Yırtılan eneyle zerrelerin hareketi ve yolculuğu anlaşılıyor. Zahiren açık görünen ama hakikatte kapalı olan kâinat kapılarını açan ene, zerrelerinde kapısını açıp zerrenin muhteşem faaliyetini görmemizi ve hayran kalmamızı sağlıyor.
Küçücük çekirdek ve tohumda nasıl ki ağaç ve meyvesi programlanıyor, zerrelerde nurlanmak ve ebedi hayata liyakat kazanmak için vücutta toplanıyor… Her insanın yiyip içtikleriyle ve soluduğu havayla vücuduna zerreler giriyor. Zerreler insan bedenine girip nurlanıyor. İnsan vücudu zerreler için sınav oluyor. İnsanın vücuduna giren zerreler ya ruh efendisinin Allah’a itaat etmesiyle vücutta sanki cennet saadeti yaşıyor ya da inkârcının, günahkârın bedeni zerreler için adeta cehennem oluyor. Diyebiliriz ki: Zerreler için insanın bedeni ya cennettir, ya da cehennem… Allah’ın yolundan çıkmış kötü insana sadece insanlar davacı olmayacak zerrelerde davacı olacak onlara cehennem yaşatıldığı için.
“Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrat için güya bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, hayatdar olan âlem-i bekaya zerrat olmak için liyakat kesbederler, çıkarlar.”
Zerreler aldıkları tayin emrine göre; bitkiler ve canlılarda, hangi hudutta, hangi kalede görev yapacak ise hareket eder, gider durması gereken yerde durur vazifesini yapar terhis olup gider. İster kulak olsun ister mide duvarı ya da akciğerler olsun hiç itiraz etmezler. Görev emri bağırsağa çıkan bir zerre, kibir gösterip; ben beyine gitmeliydim, kıvrımlarında volta atmalıydım, ya da tat alma duyusunda şımarık bir memur olsaydım, neyim eksik demiyor. Aslında eksikliği yok, fazlasıyla ihlâsı var… Allah’ım; zerredeki ihlâsı bize de ver. Zerre hareketiyle istihdam edileceği menzile giderken ihlâs dışına çıkmıyor.
Zerreleri nurlanması cennete liyakat kazanması için insan vücuduna gönderen İlahî kudrete hayranım; her bir yıldızı ve çiçeği meleklere mescit yapan Mabuda hayranım ve insanı insan eden kabuğu kırılmış, perdesi yırtılmış enelere - benliğe hayranım... Ve zerreler nurlanmak için insan vücuduna girer de insanın kendisi neden Kur'an ve hadis tezgâhından geçerek nurlanmaktan kaçınır ki? Akılsız ve ruhsuz zerrelerin nurlanmaya ihtiyacı olur da envai çeşit duygular ve cihazlarla donatılmış insanın nurlanmaya ebedi saadetlere namzet olmaya ihtiyacı yok mudur? Asrısaadette insanlar içinde zerredeki ihlâs hâkim idi ve Müslümanlar huzur içindeydi. İhlâs azalınca bağırsak gürültüleri çoğaldı…