Üsküdar'da Zaman, Üsküdar'da İnsan (2)
Türkiye’de kadim sanatlarımıza ve bu işle uğraşan sanatkârlarımıza hiçbir itibar gösterilmeyen dönemlerdi. Binlerce yıllık her türlü kültür ve sanat birikimlerimiz görmezden geliniyor, bu işle meşgul olanlar üvey evlat muamelesi görüyordu bu topraklarda. Bunun adına da “çağdaşlık” deniyordu! Cephede yendiğiniz düşmanın kültürüyle sanatıyla, giyimiyle kuşamıyla ve gündelik hayatını onun gibi yaşamaya öykünerek, özenerek çağdaş olma hayali!..
Ecdat yadigârı olan ne varsa gayri müslimler tarafından kılıfına uydurularak talan edilmiş, kadim sanatlar üzerine sanat icra eden sanatkârlarımız bir köşeye atılmıştı.
…
İtalya’dan, Amerika’dan çekimler yapmaya geldiklerini üzülerek anlatırdı. Bir başkası olsa aslında ne kadar da çok sevinirdi. Düşünsenize dünya çapında televizyon kanalları ülkenize gelip sizi buluyor ve belgesel çekimi yapıyorlardı. Oysa ülkenizde adınızı bilen yakın çevreniz dışında hiç kimse yoktu. Ne kadar da acı! Kültür ve sanata dair köklerimizle olan bağın kesilmesi için bu ülkede geçmişte yapılanlara küçük de olsa bir örnekti bu.
Üsküdar’da “Aktar Hocalar” olarak da bilinen bir aileydi, Düzgünman ailesi. Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre merhumun gidip geldiği irfan meclislerinden biriydi bu mekân ve bu aile.
Üsküdarlılar arasında Doğancılar Yokuşu olarak da bilinen (hani Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesi’nden uçarak indiği Doğancılar mevkii) Halk Caddesi üzerinde, Şehit Süleyman Paşa Camii’nin karşısında ikamet ediyorlardı. Giriş katta oturan Mustafa Düzgünman evlerinin alt katında yani bodrumunda kendine küçük ve mütevazı bir ebru atölyesi oluşturmuş ve burada açmış olduğu teknesinde icat ettiği papatya ebrusu dâhil her türlü ebruyu klasik üslupta icra ederdi. Ebruda modern çalışmalardan çok da haz etmezdi.
Döneminde çok da kıymeti bilinmeyen hezarfen bir sanatçıydı. Necmettin Okyay ve Özbekler Tekkesi’ne aile bağları olarak aidiyeti olan bir şahsiyetti. Bir zamanlar semt sakinleri dışında kimsenin yolunu izini bilmediği, günümüzde ise o eski sükûnetin ve huzurun kaybolduğu Aziz Mahmud Hüdayi Türbesi’nde fahri olarak türbedarlık da yapmıştı.
Kadim sanatlarla uğraşan eski sanatkârlarımızın ortak bir özelliği vardı: Hemen hepsinde yaptığı ana sanat dalı dışında birkaç farklı sanatın ve sporun şubesiyle de meşgul olurlardı. Mustafa Düzgünman’ın akrabası olan meşhur hattat Necmeddin Okyay mesela, Toygar Hamza semtindeki boğaza nazır evinin bahçesinde binbir çeşit gül yetiştirirdi, okçuydu (kemankeş), musikişinastı, iyi yüzerdi vs.
Mustafa Düzgünman da böyleydi. Fakat onları asıl farklı kılan özellik hal insanı olmalarıydı. Cismani olarak vardık evet ama hal gözü, kalp gözü ile nefes alıp verirlerdi gündelik hayatlarında. Sarraf idiler aslında bu halleriyle: İnsan sarrafı. Ve bizlerin kadim gelenekte var olan farklı karakterlerdeki insanların sivriliklerini törpüleyen, kabalıklarını yumuşatan, fani olan dünya hayatındaki sıkıntılarına derman olan merkezlerimiz olan o eski “gönül dergâhları” da tam olarak işte bunları yapıyorlardı. Psikologlar yoktu, psikiyatristler yoktu. Bu “hal mekânları” vardı, gönül nedir bilen gönül erenleri vardı. Bu toplumda yaşayan kişiler bu yüzden bireysel yalnızlıklar dehlizinde kaybolmadan, toplumsal cinnetler geçirmeden devletine, milletine, bayrağına, mukaddesatına bağlı kalarak ve muavenet içinde yaşıyordu.