Ünsüz Arifler
Yıllar önce Anadolu’dan bir ahbabım beni aramış ve benden Çanakkale Destanı hakkında konuşacak bir hatip istemişti. Kendisine beş altı isimden bahsetmiş, bu yazarların Çanakkale hakkında konuşabilecek ehliyete sahip olduklarını söylemiştim. Ancak muhatabım ille de bir isim üzerinde duruyor ve onu istiyordu. Sebebini sorduğumda “Çünkü o ünlüdür.” demişti. Bugünlerde bir vakıf yöneticisi arkadaşım da arayıp benzer bir ‘ünlü bir yazar’ talebinde bulununca “Tavsiye edebileceğim ‘ünsüz arif’ler çok ama ‘ünlü yazar’lar yok.” dedim. Dostum ilim, irfan ve insaf sahibiydi, meseleyi anladı.
‘Ünlü’ ve ‘popüler’ yazarlar revaçta. Fakat bu öyle bir hâl almaya başladı ki, bazı belediyelerimiz iki üç nöbetçi şair ve yazarla bütün ayı dolduruyorlar. Hatta son zamanlarda bazı vakıf ve dernekler benzer şahsiyetler hakkında anma veya saygı toplantıları yapmaya başladılar. Lüzumsuz tekrar... Bakıyorsunuz Fatih’te hakkında saygı toplantısı düzenlenen sanatkârımız için ertesi ay da Üsküdar’da bir program tertip ediliyor. Bu hâl, ister istemez bir monotonluk meydana getiriyor. Bence bu tür faaliyetlerin içinde bulunanlar, daha çok konuşulmamış mevzuları ele almalı, hatırlanmamış şahsiyetleri davet etmeliler. Akıllarına gelmiyorsa bilenden bu ‘meçhul meşhur’ları sormalı, öğrenmeliler.
İnternet dünyası da bu görünmek ve ünlü olmak hastalığını depreştiriyor doğrusu. Bakıyorum bazıları, neredeyse bütün hâl ve tavırlarını özçekim fotoğraflarla sosyal medyada paylaşıyor. Uyanırken, yemek yerken, yürürken... Hâlbuki biraz başlarını kaldırsalar, sağa sola hikmetle baksalar o kadar güzel manzaraları görecekler ki! Tarihî camiler, medreseler, çeşmeler, sebiller... Ama adam, gözünü kendisine kestirmiş, habire ‘öz’ünü çekiyor ve cömertçe servis ediyor. Paylaşımlara bakıyorsunuz sadra şifa bir şey yok. Sadece ‘ene’ yüce tepelere yükselmiş. Hâlbuki “Şöhret aynı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır.” Hele ‘şöhret-i kâzibe’ istenirse bu daha da tehlikeli Allah korusun.
Geçenlerde bir kitap fuarında ilk kitabını çıkaran bir genç yazar bana, “Yayınladığım romana o kadar da özendim ama ilgi görmedi, çok üzüldüm. Şimdi de şiir kitabı çıkarmak istiyorum.” dedi. Kendisine insanların olduğu gibi kitapların da bir kaderi olduğunu, acele etmemesi gerektiğini, yazmaya devam etmesini söyledim. Ama önce bol bol okumak şartıyla. Şiir kitabı çıkarmadan önce de edebiyat dergileriyle temas kurmasının, oralara şiir yollamanın daha doğru olacağını hatırlattım. Şiir kitaplarının pek satmadığını da sözlerime ekledim. Bilmiyorum sözüme kulak verdi mi, yoksa cümlelerim sol kulağından girip sağ kulağından çıkıp uçtu mu? Neyse, o da bir kader. Her söz tesir etmez.
Yıllar önce büyük bir yayınevinin yönetmeni ile konuşuyorduk. Kitaplarımı neşretmeyi düşünüyordu. “Yalnız, dedi. Biz yazarlarımızı ya ‘marka’ olanlardan seçiyoruz veya ‘markalaşabilecek yazarlar’ın kitaplarını yayınlıyoruz.” Biraz düşünmüş ve “Yahu bir yazar gömlek veya gözlük müdür ki, marka oluşundan bahsediyorsunuz. Ne ayıp! Yazar öncelikle bir şahsiyet taşır. Bir kimliği, davası, düşünceleri, telakkileri, dünya görüşü vardır. Ne markasından söz ediyorsunuz? Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Arif Nihat, Tarık Buğra hangi markaydı?” Markacı ve uyanık yayıncı, susuvermişti.
Muhafazakâr camianın bazı gençleri de yazık ki bu hastalığa düçar olmuş vaziyette. Bakıyorsunuz sadece bir kaç isim etrafında dönüp duruyorlar. Onlara Erol Güngör’ün, Sezai Karakoç’un, Ali Fuad Başgil’in, Cemil Meriç’in, Peyami Safa’nın, Kemal Tahir’in, Sâmiha Ayverdi’nin, Nurettin Topçu’nun ve daha pek çok farklı yazar, düşünür ve sanatkârın birbirinden kıymetli eserleri olduğunu söylemek lâzım. Bir üniversitemizde yüze yakın âbide şahsiyetten bahsetmiş, fotoğrafılarını göstermiştim. Gençlerimiz sadece birini, o da kopye verdiğim için tanıyabilmişlerdi. Sivil toplum kuruluşlarına büyük görev düşüyor. Gençlere sadece burs vermek yetmez, onları yetiştirmeliyiz. Esas kalıcı hizmet budur. Gençlere daha çok eğilmeli, onlarla yakından ilgilenmeliyiz. Buna mecburuz.