Umutla ufuk arasında
Hayatı sürükleyen şey herhalde, o alnımızı kaldırdığımızda alnı çatımızla bir hizada buluşma tevazuunu gösteren, alnımıza çakılan o şey… Her neyse o? Ufuk dediğimizdir muhakkak.
Ufuk derken; yaşamımızı anlamlandıran o büyük hedefimizi kastediyorum.
Büyük hedef, büyük hedef diye adını koyup ta kurnazlık yapabilir insan. Neye göre büyüktür o amaç? Belki küçücük, çok küçüktür…
Herkes kendi amacını büyük bilir. Herkes böyle böyle ufkuna kement atmış bir dağcı gibi tırmanmaya çalışır. “Sarp yokuş nedir bilir misin?” diye soran bir Kitap’ın eşsizliğinde veya başka başka soruları olan kitapların, sayfaların, söylemlerin eşliğinde…
Ufuksuz olan var mıdır ki? Amaçsız olan… Varsa da anlamsızlığa yığılıp kalan, pek gelişi güzel, pek sevinçsiz, çünkü pek dertsiz bir halde olmalıdır. Bilmem ki ne haldedir. Gelsin anlatsın…
Bu arada, sözü- yazısı geçiyorken, amacı sadece günlük, aylık geçimini temin etmek olanları küçümsemek ve “sıradan insanlar, aptallar” deyip bıyık sıvamak yerine, insanların sadece bunu amaç edinecek hale getirilmesini kınamak lazımdır. Böyle bir suçun ortaklık boyutu sözgelimi ekonomik olduğu kadar, felsefi ve sanatsaldır da…
Ufuk; gerçi el sallar bize sürekli. “Gel!” der. Gel eder...
Biz de ona doğru bakar, yürür, koşar, düşeriz. Hani diyor ya şair. “Düştümse eğer sana bakarken düştüm” diye…
Sanırım o şey… Ufuk; bizi hem kaldırıyor. Hem düşürüyor.
Bazen şartlar ağır oluyor. Çetin oluyor çünkü. Dağ gittikçe sarplaşıyor. Zirvenin huyunda bir kaç-göç, bir utangaçlık ve hainlik var. Hep az kalmış gibi duruyor. Çok oluyor sonra…
Fakat “şartlar, mevcut şartlar” derken; içine doğduğumuz, içinde olduğumuz şartların hep dışarıdan bir emri vaki, bir kader, bir zorunluluk olduğunu ve bizi sardığını iddia edemeyiz.
Mesela sistemi suçlayıcı ağızlar dönüp kendilerine “Bu sistemi kim kurdu?” veya “Kim hala yaşatıyor, yaşatılmasına ufak veya büyük katkıda bulunuyor?” diye sorabilir. Herkes ufak bir menfaati için bile olsa var olan ve sürekli şikâyette bulunduğu bir yapıyı sarsmayı “şimdi sırası değil, sonra” diyerek erteliyor. Sonra tabi ölüm sırası geliyor herkesin. Bir, üç, beş derken… İnsan gider, sistem kalırı oynuyoruz hep beraber. Çark ta öyle… Herkes çarkı suçluyor. İnsan seviyor böyle bir günah keçisi bulup suçun toru topunu ona atarak arındım, yundum hissini… Çarkı döndürürken, hatta kişisel menfaat konulu bir şarkı da tutturmuşken “tekere konulan bir taş da kendisi olmayı” hiç düşünmeden…
Yani demem o ki amaca yaklaşayım derken hayatta bazen hakikaten hakkından gelemediğimiz zorluklar çıkar, çıkıyor illa. Bu zorluk bazen topyekûn insanın kendisi. Nefs dediğimiz günah keçi sürümüz. İçerimizde otlayan, güya amacımızın, hayat anlamımızın üstünde hoplayıp zıplayan…
Olsun. Çelişki illa gerek. Çelme takılmalı ki zevkli olsun hayat. Dümdüz cadde yürümek için hiç cazip değil. Umutsuzluğa düşmek yok diye uyaran bir Dost varken hele… Umutsuzluğa düşersek, O nu yok saymış gibi olurmuşuz gibi bir sevgi tehdidi ile bizi umuda çağırıyor. Umut kesmenin sapmak olduğuna dair hatırlatma yapıyor. Umudun sürekliliği, ekmek, (pardon bisküvi, galeta, yulaf vs.) su gibi tekrar tekrar yenilip içilen ruhsal besin olması mühim. Bu arada hem dinin insanların umudunu kesecek şekilde anlatımı, ideolojilerin insanların umutlarını sömürmesi nefret edilesi bir durum. Umut tabi hayatla eş, hayata bakışla eş, önemli zemin. Bütün tercihlerin, tabii ki bütün tebliğlerin, propagandaların yerleşmeye çalıştığı bir zemin…
Umut nedir?
Günün iyi, geleceğin daha iyi olacağına dair güven ve inanç mı? Bunun için daha net çözümler ve emekler gösterilemez mi?
Umudunuz ne durumda? Son günlere bakınca…
“Allah var, umut var!” diyenler veya “Tanrı yok, umut yok!” diyenler, hemen herkes ne durumda? Ümitvâr mı? Umuda var mı?