Umut hâlâ…
Eteklerini sürttüğün toprak
Anlatsın kuşların kanatsız olmadığını
Üstümde dünden kalan ölü ağırlığı
Kalksam dökülür kabuklarım kayıp dualar gibi
Yıkılan her sağanakta dirilir gölgeler. (Filiz Geç/Alışılmadık Deniz. Sf.27)
Güneş mizacını, çocukların gülümseyen yüzlerine gizler. Belki de bundandır zaman geçtikçe insanın yorgun akşamlara benzemesi, geceye çevirdiği yüzüyle…
Yaş aldıkça yaşantılarımız, iğde ağaçlarının altından uzaklaşan çocukluğumuzu hüzünle izliyoruz. Issız dağların, ovaların çığlığına karışıyor ayaklarımız; geneli özelleştiriyor, olağanı içselleştiriyoruz. Yine de durgun denizlerden coşkun ırmaklara taşınmayı ihmâl etmiyoruz. Çünkü ne kadar uzun bir gecenin içinde durursak duralım, varlığını daima koruyan bir şey var sinemizde… Adına umut diyoruz.
Yaratılmışlar içinde en güzel olanlardan… Kâinattaki her tablonun nüvesinde gizlenen, en yakıcı şiirlerin içinde bile kendini muhafaza edebilen, hikâye ve romanların son sayfasına dek belli belirsiz varlığını aşikâr eden, ruhu acıyla tutuşan insana uzaklardan gülümseyiveren samimi, lirik duygu.
Onu sanatkârların ellerine ve seslerine, sızıyla inleyen bir hastanın tedirgin kalbine, uyanan güne, çoğalan ve eksilen geceye yerleştiren kudret, insanoğlunun ıstırabına üflemiş olmalı. Bu sebeple her ne olursa olsun orada durduğu bilinen bir gerçek. Her şeyin içine bir parça saklandığı hâlde somut bir cismi olamasa da Hak gibi, hakikat gibi var. Zaten dua dediğimiz hadise, umut etmenin diğer adı değil mi? Günde beş vakit göğe yükselen, insan ruhunu göğe yükselten o muazzam çağrının gizli ismi, üstümüzde dalgalanan hürriyet bayrağı, özlediklerimizi bağrında ağırlayan sessiz toprak, raflarda âyet âyet çoğalan sonsuzluk müjdesi umut değil mi? Yeni bir kitap, beyaz bir sayfa, pervazların önünden gelen kuş sesleri, umut değil mi?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’sindeki satırları durup dinleyelim;
Ne olursa olsun hayat güzel bir şeydi. Eski saatler bakılması, iyileştirilmesi lâzım gelen temiz yüzlü, iyi yürekli hastalardı ve kitaplar iyi ciltlenince birdenbire gençleşiyor, güzel giyinmiş kadınlara benziyorlardı. Birçok ahbap meclislerinde saz yapılıyor, şarkılar, besteler, semailer okunuyordu. Antikacı dükkânlarında üzerinde mâzinin, yaşanmış zamanın izlerini taşıyan ve bu izlerle güzelliği, değeri artan, hülâsa zaman ve insan tecrübesini kutsi bir büyü gibi kendi varlıklarında taşıyan bir yığın eşya vardı.(sf.16)
Bu paragrafın gizli öznesi, Mehmet Âkif İnan’ın “Acılar umudu buldurur bize” dediği “Umut Gazeli”nde daha net bir tavırla durur karşımızda; “Türkümüz dünyayı kardeş bilendir/ Gökleri insanın ortak tarlası.”
Ahmet Arif “Gör nasıl yeniden yaratılırım/Namuslu, genç ellerinle/ Kızlarım, oğullarım var gelecekte” mısralarıyla süslediği “Anadolu” şiirinde ne güzel hatırlatır direnen umutların kutlu dirilişlere evrileceğini… Erdem Bayazıt’ın “Yağmur yüzümüze değince/Çıkacağız yola/Çıkacağız yola /Hesap günü gelince/ Yağmur yüzümüze değince/ Güneş bir mızrak boyu yükselince.” Mısralarıyla terennüm ettiği “Diriliş Saati” inşirah dökecek bir kudrete sahip değil mi, her sızının üstüne?
…ve “kırılır da bir gün bütün dişliler/döner şanlı şanlı çarkımız bizim” diye başlayan o görkemli şiiriyle Merhum Necip Fazıl, bir umut beyannamesi bırakmamış mıdır yarınlara; ne zaman okusak içimizi imanlı bir inşirahla dolduruveren…
Umudumuz, babadan oğula geçen bir insanlık mirası gibi, gönül hânelerimizin başköşesini süsleyen bir şarkı olarak daima kalacak… Küfre, zillete, riyakârlığa, bir gönlün güzelliğini aşağı çekmeye çalışan çirkin tavırlara rağmen o, daima yaşayacak…
Selam ile.