Ulus devletleri tasfiye edecekler
Clinton dönemi Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbot, 20 Temmuz 1992’de TIME Dergisi’nde yayınlanan yazısına bir soruyla başlamıştı. Hangi siyasi güçler galip gelecek; ulusları birleştirenler mi, yoksa onları parçalayanlar mı?
Cevap olarak; “Aslında,
bahse girerim ki önümüzdeki yüz yıl içinde bildiğimiz şekliyle “ulusluk” modası
geçmiş olacak, tüm devletler tek, küresel bir otoriteyi tanıyacak” diyordu.
Devam ediyor Talbot, “20.
yüzyılın ortalarında kısaca moda olan "dünya vatandaşı" deyimi, 21.
yüzyılın sonunda gerçek anlamını kazanacak.”
Bütün ülkeler temelde sosyal düzenlemelerdir, değişen
koşullara uyum sağlar. Her ne kadar bir anda ne kadar kalıcı ve hatta kutsal
görünseler de aslında hepsi yapay ve geçicidir.
“Atalarımız nehrin kıyısındaki o ateşin etrafında nasıl
toplanmışsa ondan farklı bir şey yapmayacağız” diyerek güya tek dünya
hükümetini tarif ediyor!
CFR üyesi Richard
Gardner da 1974 yılında Dış İlişkiler Dergisi'nde “Dünya Düzenine Giden Zor
Yol' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
“Kısacası “dünya
düzeninin evi” yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmek
zorunda kalacak” diyordu burada.
William James'in ünlü gerçeklik tanımından yola çıkarak
büyük bir gürültü ile ve ani yıkımla değil ulusal egemenliğin etrafında onu
parça parça aşındıran bir süreçle daha fazla şeyi başarabileceklerini
düşünüyorlar.
Anlayacağınız
Platon'un Devlet'inden ilhamla “Filozof Krallar” haline gelecekleri küresel bir
imparatorluk istiyorlar. Ve bunu nasıl yapacaklarını da çok iyi biliyorlar.
Hesap şu; bir taraftan adım adım bireysel özgürlükleri
ortadan kaldıracaklar ve bunu da büyük bir isyana dönüşmeden yapacaklar.
Peki, bu plan işe yarar mı? Eğer insanlar kendi köleliklerine razı olurlarsa neden olmasın. “Razı olma
paradigması mazoşist bir antlaşmadır” diyor Deleuze. Çünkü razı olduğunuz an iş bitmiştir karşı tarafın tüm
baskılarını peşinen kabul etmiş oluyorsunuz.
Biri ya da birileri isyan ederse şayet, onlar toplumda bir
canavar olarak görülecektir. Salgın döneminde
“aşı karşıtları” olarak yaftaladıkları insanları nasıl hakaret
ettiklerini biliyorsunuz.
Şimdi yazımın başında zikrettiğim bu isimler Club Of Rome adlı yapının çalışanlarıdır.
Bu yapı, gelecek planlarını bu tür isimler üzerinden önceden ifşa eder.
Kulüp Of Rome daha sonra 'Birinci Global Devrim' başlıklı bir kitap yayınladı. Burada
özellikle küresel ısınmanın uluslarüstü yönetişim oluşturmak için bir araç olarak
kullanılması tartışılıyordu.
Burada şöyle diyorlar;
“Birleşebileceğimiz ortak bir düşman ararken, kirliliğin,
küresel ısınma tehdidinin, su kıtlığının, kıtlığın ve benzerlerinin bu amaca
uygun olacağı fikrini ortaya attık. Bütünlükleri ve etkileşimleri bakımından bu
olgular, herkesin birlikte karşı karşıya kalması gereken ortak bir tehdit oluşturmaktadır.
Ancak bu tehlikeleri
düşman olarak adlandırdığımızda, okuyucuları daha önce uyardığımız tuzağa, yani
semptomları sebeplerle karıştırma tuzağına düşüyoruz. Tüm bu tehlikeler, doğal
süreçlere insan müdahalesinden kaynaklanmaktadır ve bunların üstesinden ancak
tutum ve davranışların değiştirilmesiyle ulaşılabilir. O halde asıl düşman
insanlığın kendisidir.”
Kulüp Of Rome’ye göre asıl düşman kimmiş? İnsanlığın ta
kendisi yani bizler!
Club Of Rome'nın
1970'lerde özetlediği hedeflerin aynısı, bugün BM'nin ve Dünya Ekonomik
Forumu'nun da yönlendirici politikalarıdır. Klaus Schwab ve WEF'in sıklıkla
gururla desteklediği “paylaşım ekonomisi” kavramı onlar tarafından değil, 50
yıl önce Club Of Rome tarafından ortaya atılmıştı.
Bugün iklim krizi tam da fiyatların hızla yükseldiği,
ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde gündeme sokuldu. Bugün yeni bir stagflasyon felaketinin kapımızda olduğu bir dönemde,
küresel ısınma planının doruk noktasına ulaşması bir tesadüf değildir.
Ulus devletleri tasfiye edip dünya hükümetini devreye
sokmayı planlıyorlar.