Ülkemizin turizm durumuna bakış-3
Ülkemiz, geçmişten günümüze kalan miras bakımından oldukça zengin bir konuma sahip bulunmaktadır. Çok değişik medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu’nun her bölgesinde, her şehrinde, hatta ilçe ve bazı köylerinde bile tarihten aktarılan tarihi yapılar ve eserler bulunmaktadır. Geçtiğimiz günlerde televizyonlardan Anadolu’nun tam ortasında bulunan Yozgat’ta bir Roma hamamının restore edilerek kısmen ziyaretçilere açılması haberini duydum. Hem havuz hem de yıkanma yerlerinin bulunduğu hamama su verilmeye bile başlandığından söz ediliyordu haberlerde. Bu, ülkemiz turizmi açısından son derecede önemli olmakla birlikte mevcut eserlerin korunması ve gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen eserlerin de bir an önce envanterlere girmesi de son derece önem arz etmektedir.
Bu kadar önemli olmasına rağmen gerek Sümer, Hitit, Yunan ve Roma gibi eski medeniyetlerden gerekse kendi kültür ve medeniyet dünyamızı oluşturan Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı döneminden intikal eden tarihi miraslarımıza sahip çıkabiliyor muyuz? Bu hususta bir tarih bilincimiz var mı? Bize kalanları “eskiye rağbet olsaydı, bitpazarına rahmet yağardı” yanlışlığını şiar edinip bir mirasyedi edasıyla tüketiyor muyuz yoksa “eskisi olmayanın yenisi olmaz” deyimine uygun bir tavırla hareket edip geçmişten kalanlara sahip çıkıyor muyuz?
Devlet aklı ve devlet olma bilinci, elbette ki bu miraslara sahip çıkmakta ve koruma altında tutmaktadır. Bu konuda hiçbir tereddüde mahal yoktur. Nitekim Devletimiz hem vakıf eserlerimize hem de diğer medeniyetlerden kalan eserlere gereken hassasiyeti göstermekte, kazılar yaptırarak onları açığa çıkarmakta, çalınan eserlerimizin tekrar ülkemize döndürülmesi için gerekli girişimlerde bulunmakta, müzelerde koruma altına alıp turizme kazandırmaktadır. Ancak bu koruma ve sahip çıkma bilinci topluma mal edilebilmiş midir? Beni asıl ilgilendiren nokta burasıdır.
Toplumumuzun bir kısmı tarih bilincine sahiptir ve gerek tarihi mirasımıza gerekse doğal varlıklarımıza değer vererek korumaktadır. Oysaki toplumumuzun önemli bir bölümü bu bilince henüz ulaşmış değildir. Tarihi miras nedir, tarihi eser nedir, korunması gerekli midir, nasıl korunmalıdır? gibi sorulara cevap veremeyen birçok insanımız bulunmakta, ülkemizin tarihi ve doğal miraslarının küçük ya da büyük bedellerle yurt dışına kaçırılmasına yol açabilecek insanlarımız bile vardır. Sözgelimi yurt dışında yılan derisi iyi para ediyorsa, dağlardan yılanları toplayıp para karşılığı yurt dışında yılan derisinden çanta ve ayakkabı yapan firmalara satanların olduğunu geçmiş yıllarda duymuştuk. Bazı Tümülüslerden buldukları arkaik nesneleri, kazılardan çıkan eski paraları para karşılığı yurt dışına kaçırmak isteyenleri, ancak yakalandıklarında öğrenmekteyiz.
Diğer taraftan, ülkemizin bağımsızlık mücadelesi verdiği yıllarda ve onun öncesinde işgalci güçler tarafından yurt dışına kaçırılan nice önemli eserler, mezarlar, tapınaklar, kapılar, saatler… olduğu da yine bilinmektedir. Tarih bilinci olan toplumlar, bunlara müdahale edip engel olabilirler, ancak bu bilince erişememiş toplumlarda engel olma mekanizması devreye girmez, giremez.
Bunları geçtik, tarih bilinci bulunmayınca geçmişten gelen mirasa bilgisizlik yani cehalet yüzünden zarar verenler hiç de az değildir. Bir tarihi eser ya da kalıntının önemli bir motifi, ne olduğu bilinmediği için lüzumsuz bir ayrıntı olarak görülerek rahatlıkla tahrip edilebilmektedir. Bu, tıpkı bir fidanın büyümeye başladığında dalının ya da baş kısmının koparılması gibi bir şeydir. Nasıl ki fidanın dalı ya da tepe noktasının koparılmasıyla fidan kuruyup giderse tarihi eserlerin de estetik unsurları kırılır ya da koparılırsa artık bir anlam ifade etmez. Zira tarihi mirasların tarihi değerleri yanında estetik değerleri de bulunmaktadır ve daha önemlidir. Daha doğrusu bir nesneyi değerli hale getiren, taşıdığı estetik değerdir. Estetik kaybolursa eser, alelade bir nesne haline gelir. Bu bakımdan geçmişten bugüne bize miras olarak kalan tarihi miraslarımıza sahip çıkmamız, ülkemizin turizminin gelişmesi açısından da son derece mühimdir.
1926’da Dârülfünun’da görev alarak arkeoloji ve sanat tarihi dersleri vermek üzere İstanbul’a gelen ve 1930’a kadar burada kalan, sonrasında Maarif Vekâleti tarafından Anadolu’daki Türk mimari eserlerinin araştırılıp incelenmesiyle görevlendirilen Fransız bilim adamı Albert Gabriel, ülkemizin şehirlerindeki tarihi eserlerle ilgili son derece önemli işler başarmıştır. Sözgelimi 1931 yılında, “şehrin genişlemesi ve hava alması için” surların yıkılmasını emreden dönemin Diyarbakır Valisine karşı çıkıp, verdiği mücadeleyle surların yıkılmasını önlemesi, buna en güzel örnektir. Bu yabancı bilim adamının çabasıyla Diyarbakır surları, günümüzde Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer almaktadır. Bu hassasiyetin ülkemizin bütün fertlerinde bulunması ve içselleştirilmesi dileklerimle.