Üç günlük dünya
Hepi topu üç
günlük dünya zaten bu; bir yol gidimlik, bir nefes alıp vermelik... Karakışları
niye sevelim ki? Bize baharlar, yazlar lazım.
Gecesi
gündüzünden uzun, acısı keyfinden ağır bir dünya bu. Yıldızsız geceyi, keyifsiz
acıyı niye sevelim ki?
Bir kır
görmelik, bir kalp onarmalık, birkaç adımlık, birkaç metrelik yürüyüş bu
yaptığımız. Neden koşarak nefesimizi tüketelim ki? Tümsekleri sevindirip
çimenleri niye üzelim ki?
Neyin peşinden
koşup neyi yakalayacağız? Küçük yürüyüşler, hafif yekinmeler neyimize yetmiyor
ki?
Üç beş insan,
birkaç dosttur hayatı bize neşeli kılan. Asık suratlı insanları, burnundan kıl
aldırmayan bön suratlıları neden sevelim ki? Burnundan kıl aldırmayan,
bulunduğu yere ağırlık veren, baktığı tepelere kara bulutlar getiren, yağmur
yerine sel, ateş yerine yangın üreten, görüş alanlarına kasırgalar estiren
insanlardan neden uzak durmayalım?
Sevgiden,
aşktan, merhametten yana olmak varken dünyaya kinle bakan, nefret püskürten,
soluklarından ateş çıkan, nefesi duman insanlara neden değer verelim ki?..
Buz kesmiş
suları, hantallaşmış beyinleri, donmuş
cümleleri tekmili birden reddediyorum. Ben akarsuları, esnek düşünceleri,
yumuşak cümleleri seviyorum… Kırıp dağıtanları değil, alıp onaranları…
Katı öğretileri,
sert ideolojileri, insanı insanın cehennemine dönüştüren, insanı insana zindan
kılan sistemleri sevmiyorum. Kendini yenileyen, her yekinmede yeni fikirler
aşılayan, insanı insana su kılan yaklaşımları seviyorum…
Katı olan her
şeyden uzak olduğum için belki de Mars değil dünya kabul etti beni. Suyu
sevdiğim, sudan olduğum, sudan yana olduğum için belki su gibi insanları
seviyorum. Mimariden, resimden, heykelden ziyade müzik ve şiire yakınım. Gölü
suya, ırmağı göle, denizi ırmağa tercih ediyorum. Dalgalı denizleri durgun
olanlara…
Kıvrımlı yolları
düz yollara, engebeli vadileri pürüzsüz olanlara yeğ tutarım. Rahat giyinmeyi
resmi olanlara, sivil hayatı bürokratik olanlara tercih ederim. Dost
sohbetinden büyülenmiş bir insanı hangi konferans kendine ram edebilir ki?
Kaos beni yorar
ama mutlaklaştırılmış düzene de ayak uyduramam. Her gün aynı şeyleri
yapmaktansa bazı günler bazı şeyleri değiştirmeyi yeğlerim.
Yağmuru rüzgara,
toprağı taşa, yaprağı gövdeye, kuş kanadını dala tercih ederim. Tebessümü
somurtuşa, kahkahayı paylamaya yeğ tutarım. Yüz enseden, el ayaktan daha çok
büyüler beni.
Bana
merhametinizle gelin. İnsan severliğinizle, hüznün arasına yerleştirdiğiniz
umutlarınızla…
Bana yağmur
yağdıran bulutlarınızla gelin; başlamaya, yeniden başlamaya ahdetmiş
heveslerinizle… Unuttuğunuz kinleriniz, hatırlamaya başladığınız
bağışlamalarınızla…
Bana
okşamalarınızla, küçük dokunuşlarınızla, her bakışınızda yeniden dirildiğim
gözlerinizle gelin; kasırga gibi gürleyen sesleriniz, içinden sönmüş yıldızların
fırladığı kıvılcımlar saçan bakışlarınızla değil.
Yumuşak
kalbinizle gelin, yumuşatan kalbinizle…
Yaptıklarınızla
değil, yapacak olduklarınızla gelin bana. İşaret parmağınızla değil, beş
parmağınızın beşiyle ve avuç içinizi göstererek ve dokunduğunuz yeri yeşerterek…
Geçmiş yazları
hatırlatmak neye yarar? Bana yenibaharların müjdesiyle gelin. Ölü gövdeler
galerisiyle değil, kuş şakımalarıyla…
Ağırlık veren
değil, ağırlık alan insanlar lazım bu dünyaya. Nefreti çoğaltanlar değil
sevgiyi su gibi akıtanlar…
İnsanla değil,
hayatla dalga geçen insanlar lazım bize. Ölümü koltuk altına yerleştirip
sıtmaya razı edenler değil, ölümün yerine hayatı, hayatın ortasına merhameti
yerleştirenler…
Ki hayat ölümün
ki merhamet zulmün bittiği yerde başlayandır. Ki esirgeyen, bağışlayanın
söylediği budur.