Türkün Kadere İmanı ve Grace Ellison
Türkiye’nin yetiştirdiği değerli sosyologlardan Prof. Dr. Mümtaz Turhan, 1970’lerde Türk halkı ile Milli Eğitimimizin mahsulü Türk münevverini kıyas eder. Şu değerlendirmeyi yapar:
“Bizde tahsil sistemi malumat diye verdiği bazı malumat kırıntılarına mukabil, en bariz milli karakter vasıflarını tahrip eder; verimsiz de olsa halk çalışkandır, münevver tembelliği öğrenir, halk şayanı hayret derecede bedeni mukavemete sahiptir, münevver daha tahsili esnasında yumuşar, sonraları mukavemetini büsbütün kaybeder. Halk kanaatkâr, ağırbaşlı, vakur ve hürmetkârdır. Münevver açgözlü, lâubali, şarlatan ya saygısız veya dalkavuk olur. Halk umumiyetle dindar ve manevi kıymetlere hâlâ bağlıdır, münevver ise ne dindar ve ne de dinsiz fakat çok iptidai, dar ve çok fena tarzda materyalist olmuştur. Münevverle halkın arasındaki bu farkın, son çeyrek asır zarfında derinleşmiş olmasına rağmen imparatorluğun inhitatıyla birlikte başladığına da işaret etmek lazımdır”. (Mümtaz Turhan-Garplılaşmanın Neresindeyiz Yağmur Yayınevi, sh.88,1980)
Bilindiği üzere Mümtaz Turhan’ın “halk” olarak nitelediği insanlarımız, milletimizin 10 asırlık “Kadim İrfan”ı ile yoğrulmaktadırlar.
“Kadim İrfan”ımız, ailede, sokakta, mahallede, kışlada, camide, esnaf arasında yaşayarak öğrenilir. Babadan oğula, müderristen talebeye, ustadan çırağa, dededen toruna, hocadan cemaate intikal eder.
Mümtaz Turhan’ın münevver dediği insanlar, Türk halkının “kadere iman”ını öteden beri horlamış, dudak bükmüş, tembellik, acizlik, uyuşukluk, teslimiyet olarak nitelemiş, geri kalışımızın başlıca amili addetmişlerdir.
1922 yılında Lozan anlaşmasının arifesinde, Yunan’ın İzmir’i terkinin hemen akabinde, Türkiye’yi ziyaret eden İngiliz hanım gazeteci Grace Mary Ellison, İzmir’den Ege boyunca Ankara’ya, Ankara’dan da Bilecik, Bursa, Mudanya üzerinden İstanbul’a yolculuk yapmıştır.
Ellison, yolculuğunu zamanın imkansızlıkları nispetinde yer yer tren, at arabası ve vapurla yapmış, yolculuğu esnasında ve Ankara’da ikameti müddetince, Türk halkını yakinen tanıma ve müşahede etme fırsatı bulmuştur.
Ellison’ın Türkiye’ye geldiği günler, Türkiye’nin çok yaralı olduğu günlerdir. Ege baştan başa yıkılmış, yakılmıştır, ağaçlar bile sökülmüştür. Türk halkı İngilizlere ateş püskürmektedir. Başlarına gelen felaketten, Yunan işgalinden, Yunan mezaliminden, İngiltere’yi ve Başbakanı azılı İslam ve Türk düşmanı Lloyd George’u sorumlu tutmaktadırlar.
Ellison işte böyle bir ortamda, etrafındaki Avrupalı dostlarının ikazlarına rağmen Türkiye’ye seyahatte ısrar eder.
Türkiye’de hiç bir problemle
karşılaşmaz. Bilakis fevkalade alâka ve dostlukla karşılanır. Çankaya Köşkünde
Mustafa Kemal Paşa ile de bir mülakat yapar.
Ülkesine döndüğünde bu gezi
ile alâkalı notlarını yayınlar.
Ellison, anılarında, Mümtaz
Turhan’ın methettiği ”Kadim İrfan”
ile yetişmiş Türk halkının kadere
imanına hayranlığını sıklıkla
vurgular, bu meziyetini göklere çıkarır.
Ellison’a göre; “Avrupalılaşmış Türk, o mükemmel Türk
değildir”.
Bizim laikçi kesimlerin
aksine “kadere iman"ı, bilakis,
büyük bir avantaj olarak görür.
Kadere iman, kötü şartlara
teslimiyet, boş vermişlik, uyuşukluk, acizlik, tembellik değil, bilhassa kötü şartlarda bile moralini yüksek tutabilmek, mızmızlanmamak, mukavemet etmek, dayanmak, umutlu, sabırlı olmaktır. Mücadele
azmidir.
“Daha kötüsü olabilir”, Ellison’ın gıpta ettiği Türk felsefesidir.
İzmir’den Ankara’ya kadar
birlikte seyahat ettiği tesadüfi yol arkadaşı şeyh “Kısa süre sonra bütün bunları bir tarih olarak hatırlayacağız”
demektedir. Şeyh, Başbakan Rauf Orbay’ın çocukluk arkadaşıdır. Ankara garında
şeyhi Başbakan karşılayıp evine götürür.
İçinde bulundukları feci
şartlara “mırıldanma sesi bile
çıkarmamalarına hayran oldum” der.
Kadercilik
aslında, metanetini korumaktır. Mücadele
azmini kaybetmemek, demoralize olmamak, en kötü şartlarda bile mutlu olmayı becerebilmektir.
Türklerde, o günlerde bile, özgüven
en üst seviyededir, her yerde; “Biz
kendi kendimize yeteriz” demektedirler.
Kadere inanmışların ülkesinde her yer, bozulmuş lokomotifler, yanmış odun yığınları
içinde yıkık evler doludur.
“İslamiyet’e inanmak Türkleri daima gönüllerde yaşayacak mükemmel bir ırk haline getirmiştir” der.
Burada başları sarıklı
insanlar, ya seccadelerinin üstünde oturmuşlar, ya da çok rahatsız şartlarda
derin uykudadırlar. Bazıları da hiç bir
yakınma kelimesi çıkarmadan ya dua ediyor ya da yemek yiyordur.
Ellison, “Nasıl olur da Avrupa bu kadar basit insanlarla başa çıkamaz?” diye
hayret eder.
“Hangi millet Türkiye kadar
kötü yenilgiye uğradı? Buna karşı hangi
millet müttefiklere bu kadar meydan okumuştur?” demekten kendini alamaz.
Ellison’un gözü ile bakınca, “kadere iman” meğer nelere kadirmiş.
Ah şu bizim münevverler!
Görmeniz için, doğruyu, neden illâ bir “Ellison”ın söylemesi gerekiyor?