Türkü hikâyesiz olmaz
Türküler,
halk edebiyatının en zengin alanlarından biridir. Türkçe söylenmiş şiir olarak
tarif edebileceğimiz ‘Türkü’ kelimesinin ‘Türkî’ yani Türk’e ait olandan geldiği
görüşü yaygındır. Nasıl bir hayat tarzına sahip
olursak olalım hiç fark etmez herhangi bir yerde “Kul olayım
kalem tutan ellere / Kâtip arzuhâlim yaz yâre böyle” sesini duyduğumuzda dinlemeye başlar veya dünyanın
tadından bıktım sözlerinin de geçtiği “Kirpiklerini ok eyle /Vur sineme öldür beni” sözlerine mırıldanarak
eşlik ederiz.
Toplumun
kültür hazinesi türküler, yaşanmış acı bir olay için ya da sevinçli bir durum
için, sebebi her ne olursa olsun, söylenmiş güzel şiirlerdir. Gönülden gönüle
uzayıp giden bir yol olan türkülerde her insan kendine ait bir şeyler
bulabilir.
Türkülerle
ilgili araştırmalarda bilinmeyen tarafları, hikâyeleri ortaya çıkarılarak
günümüz insanına yaşanmışlıkların arkasında olan bitenin neler olduğu ortaya
çıkarılmaktadır.
Türküler,
aşk, kahramanlık, ayrılık, ölüm, tabiat, güzellik, gurbet gibi konu çeşitliği
bakımından oldukça zengindir ki, ölüm, hastalık, doğal afetler gibi acı, üzücü
olayların ardından söylenen ezgili sözlere ağıt diyoruz.
Türküler besteli şiirlerdir. Türküler;
ezgilerine, konularına ve yapılarına göre çeşitli başlıklar altında
toplanabilir. Ezgilerine göre bozlak, hoyrat, kayabaşı, oyun havaları gibi
isimlerle anılırken konularına göre aşk türküleri, doğa türküleri, çocuk
türküleri, kahramanlık türküleri, askerlik türküleri gibi isimlerle anılır.
Kültürümüzün
ayrılmaz parçası türkülerin vazgeçilmez olmasının nedeni, yazılmalarının
ardındaki hikâyelere yakından bakalım; Türkülerin hikâyeleri hakkında anlatılanların
hangisi doğru kesin olarak bilinmemekle müzik tarihçilerimizin yaptıkları çalışmalar
önemlidir. Askerdeki oğlu için ağlayan bir annenin acısı ‘İki keklik bir kayada ötüyor’
türküsünde anlatılırken baharda madımak toplayan kadınlarımızın ‘Madımak pişer oldu/ Tencerem taşar oldu/
Günde yediğim şamarlar/ Bir iken beşer oldu’ derken ‘Hastane önünde incir ağacı, Doktor
bulamadı bana ilacı’ sözleriyle hastane bahçesinde hüzünle dolaşan insanları
seyrettiğim aklıma düşer. Ya ‘Yüksek
yüksek tepelere ev kurmasınlar’ özellikle kına gecelerinde gelini
ağlatmak için söylenen türküler arasında yer alan türkümüzün hangi yöreye ait
sorusuna Edirne diyebiliriz.
Geçim derdiyle yaşayan ailelerin bireyleri, iş imkânlarının
geniş olduğu büyük şehirlere özellikle de İstanbul’a çalışmaya gider senelerce
kalırlarmış. Memlekette bıraktıkları eşleri, çocukları ve sevdikleri gurbet
yolunu gözlermiş. ‘Yârim İstanbul’u
Mesken mi tuttun / Ağam İstanbul’ u mesken mi tuttun aman / Gördün güzelleri
beni unuttun aman / Beni evinize köle mi tuttun aman’ diye ağıt yakan
kadınlar şimdi de var mıdır?
Yazımızın sonuna doğru okumamızı biraz farklılaştıralım mı?
‘Evlerinin önü bulgur
kazanı / Herkes sever okuyanı yazanı / Kimse sevmez meyhanede gezeni’
Ya da ‘Canı kaymak isteyen mandayı yanında taşır’ atasözümüzü şarkısında seslendiren Barış Manço’yu hatırlatıp ‘Manda yuva yapmış söğüt dalına’dan ‘Sabahınan erken çifte giderken öküzüm
torbadan düştü gördün mü?’ ile noktalamadan ‘Tiridine tiridine bandım / Bedava mı sandın para vidim aldım’ derken çocukluğumda dinlediğim Zekeriya
Bozdağ’ın ‘İlimon ektim taşa ilimon
/Bitmedi kaldı kışa’ diyerek türkülerin kendine has
yürek yakan hikâyesi vardır diyoruz ve’s-selam.