Türkiye'nin eğitim sorunu
18. yüzyıl filozoflarından J.J. Rousseau, ünlü eseri Emile’de (Émile, ou De l'éducation) şöyle der; “Onun zihnine aklın yerine otoriteyi koyarsan artık akıl yürütemez. Başkalarının fikirlerinin oyuncağından fazla bir şey olmaz.”
20. yüzyılın ilk çeyreğinde, yeni bir ulus oluşturma
sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynayan eğitimin kısa bir özeti gibi
duruyor bu ifadeler.
Nietzsche; “Şimdinin
pedagojik literatürünü inceleyelim; bu literatürün ruhunun mutlak sefaletinden
ve gülünç garip komiklerinden şoka uğramayan insan halt etmiştir” diyerek
19. yüzyıl eğitim sistemini eleştiriyor.
Sonra “Katı bir
okulda ne öğrenilir?” diye soruyor ve kendisi cevaplıyor; “İtaat etmek ve emretmek…”
Emile’yi elinden düşürmeyen ünlü filozof Kant ise
Nietzsche’yi desteklercesine; “ İyi bir
şey böyle bir zorlama altında gelişemez” diyor.
Diğer taraftan Kant, bugünün de modası olan “insanın kendi
tutkusunun peşinden koşması” ve “kendi hayalini kovalaması” gibi lafları lüzumsuz
bulur ve “mesele bu değil” der.
Asıl mesele; “insanın
kendisindeki insanlık haysiyetini inkâr etmemeyi garanti altına alma
meselesidir.” Peki, nasıl olacak bu? Elbette eğitim öğretim aracılığıyla.
Ancak asıl soru şu; nasıl bir eğitim ile?
Öğretmenlerin tüm enerjilerini çocuğun hafızasında bir çöp
yığını biriktirmeyi harcadığı bir eğitim öğretim ortamında çocuklar maalesef
PISA sonuçlarına göre değerlendirilen birer ticari mala dönüşüyor.
Rousseau bu durumu; “yetişkinler kendi amaour-propre’leri( itibar diyorum ben) için harikalar yaratırlar
ancak öğrencileri için çok az şey yaparlar” diyerek eleştiriyor.
18. ve 19.yüzyılın aklı başındaki tüm düşünürler, eğitim
meselesini duru bir zihinle masaya yatırmışlar ve üsten alta kumanda edilen,
ideolojik, zoraki eğitim sistemlerini sert bir dille eleştirmişlerdir.
Türkiye ise
cumhuriyet dönemi boyunca tek bir renkten, inançtan, dilden ve mezhepten yeni
bir ulus meydana getirmek adına özellikle eğitimi ve eğitim kurumlarını birer
araç olarak kullanmaktan geri durmadı.
İşin hazin tarafı 19. yüzyılın zihinsel atmosferinde
oluşturulan eğitim sisteminin bugün hala uygulamada olmasıdır.
Türkiye son 94 yılda
tam 65 Milli Eğitim Bakanı değiştirdi. Sadece son yirmi yılda değişen bakan
sayısı 11, ortalama görevde kalma süreleri ise 1,5 yıl gibi kısa bir süre.
Her gelen bakan da “yenilik” “reform” adı altında sayısız yöntemler denedi.
Her birinin bir diğerini arattığı sayısız sınav sistemi
devreye sokuldu. Anlayacağınız elimizde eski bir bohça var ve her gelen bir
yama atıp gidiyor.
Son yirmi yıldır AK Parti hükümetleri döneminde çıkıp da
kimse; “içerisinden kaliteli düşünce,
bilim, sanat, edebiyat ve felsefe adamları çıkaracağımız, bize ait bir sistemi
nasıl inşa ederiz” diye sormadı.
Cumhurbaşkanı’nın bile eğitim sisteminden rahatsızlığını dile
getirdiği bir ülkede, kimse eğitimin yapısal sorunlarını bir zihin sorunu
olarak gündeme getirme cesaretini gösteremedi.
Anlayacağınız 18. yüzyılda Rousseau’nun ileri sürdüğü
anlayışın da gerisinde bir zihin fukaralığı sergileniyor…
Salgın sürecinde “nesil
elden gidiyor” diye haykıran köşe yazarları da dâhil olmak üzere sivil toplum
ve siyaset dünyasından kimse son elli yıldır kaybedilen neslin müsebbibi olarak
mevcut eski eğitim sistemini göremiyor.
Eğitimi, İngiliz anahtarı gibi işlevsel bir araç olarak
görüyorlar ve bu sebeple köklü bir reforma tabi tutmuyorlarsa ona bir şey
diyemem. Eğitimden daha iyi bir araç bulamazlar.
Ancak ülkede topyekûn
bir silkinme, düşünce, kültür, sanat üretiminde bir hamle ve bunu başaracak
kaliteli nesiller arzu ediliyorsa bu alana cesaretle yaklaşılmalı ve eğitim
meselesi ciddiye alınmalıdır.
Bu tek-tipçi yapılanmadan kurutulmak durumundayız. Günü
kurtarmak için değil bu ülkenin çocuklarını düşündüğümüz için bunu yapmalıyız.
Benim önerim net; gelin önce bir maarif vakfı kuralım ve
burada her kesimden(torpilliler ve çıkarcılar giremez) eğitimi dert edinen
kaliteli insanlarla yeni bir sistem üzerine çalışalım.