Türkiye'nin eğitim çıkmazı
Türkiye, son üç yüzyıldır eğitim meselesini
çözememiş bir ülkedir. Geleneğin ilk defa modernizmin karşısında mağlubiyet
yaşadığı Karlofça Antlaşması’ndan
sonra Osmanlı, güç kaybetmeye başladı.
Bu dönemde aydınlar, özellikle Fransız aydınlanma ve pozitivist düşüncenin bir kurtuluş olduğunu
düşündüler. Dolayısıyla geleneksel eğitim veren okulların yanında modern
okullar da açılmaya başlandı.
Bu durum, İlber Ortaylı’nın tespitiyle;“…Eğitimin iki türlü okulda yapıldığı,
bürokraside iki sınıf memurun yan yana çalıştığı, daha doğrusu iki tür dünya
görüşünün birbiriyle çatıştığı bir toplum sistemi haline dönüştü.”
3 Mart 1924 yılına gelindiğinde devlet, bir karar
verdi. Çıkardığı Tevhid-i Tedrisat
Kanunu ile Osmanlı döneminde başlayan ve devam etmekte olan ‘’medrese-modern okul, aydın-ulema ikiliği
ya da çatışması ortadan kaldırıldı ve eğitimde yasal anlamda bir birlik
sağlandı.
Devlet, pozitivist, ilerlemeci, batıcı, laik eğitim
sisteminden yana bir karar vermiş oldu. Zira
eğitim yeni bir ulus oluşturma sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü
oynamalıydı.
Rahmetli Halil İnalcık’ın ifadesiyle; Türkiye, o dönemde Batı’yı bir bütün olarak
benimsemiştir. Türkiye’de radikal bir değişim yapmayı, toplumsal düzeni kökten
değiştirmeyi ve her alanda Batılılaşmayı amaçlamıştır.
Yapılmış mıdır? Evet. Peki, başarıldı mı? Hayır.
İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler
Dergisi’nde Muharrem Altın imzalı bir makalede buna karşılık Türk muhafazakâr
düşüncesinin de rolü incelenmiş.
Buna göre esasen, Türkiye’deki muhafazakârlar da Batı’nın örnek alınmasından ve
modernleşmeden yanadır. Ayrıldıkları nokta, modernleşmenin yöntemi ile
ilgilidir. Muhafazakârlar bu sürecin tedrici ve geleneğin korunarak gerçekleştirilmesini
ister.
Bu yüzden son yirmi yılda AK Parti hükümetleri
eğitimde köklü bir değişiklik yapma gereği duymamışlardır.
Müsaade ederseniz size eğitim hayatını tanzim eden
Milli Eğitim Temel Kanunu’ndan bir örnek vermek istiyorum.
Milli
Eğitim Temel Kanunu, Madde:12 der ki; “Türk milli eğitiminde laiklik esastır.
Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda
okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.”
Normalde iki cümlenin birbiriyle çeliştiğini düşünebilirsiniz.
Milli eğitimde laikliğin esas olması ile din kültürü ve ahlak bilgisi
derslerinin zorunlu olması farkındaysanız her iki tarafı da rahatsız eden bir
durum değildir.
Muhafazakârların
da pozitivistlerin de itiraz ettiği bir konu değildir bu. Elbette dinle ilgili derslerin
zorunlu olması muhafazakârlar için önemli bir kazanımıdır.
Düşünün ülkede hakim ideoloji topluma dizayn etmek
için öncelikli olarak eğitim sisteminin dinden arındırılması ve laik bir niteliğe
kavuşturulması için çaba harcarken yani seküler bir eğitimi savunurken,
muhafazakar düşünce de laiklikten yana olmakla birlikte laikliğin tanımı ve
uygulanması konusunda farklı bir yol izliyor.
Kısacası muhafazakârlar, devletin dine karşı daha
müsamahakâr olunmasını ve belli sınırlar dahilinde dinsel özgürlüklerin
genişletilmesini talep ediyorlar. Çünkü
oluşacak olan manevi boşluğun devlete zarar verebileceğini ve toplumsal düzenin
sağlanamayacağını düşünüyorlar.
Her iki ana görüşün nihai hedefine ulaşmasında da
“okul” önemli bir rol oynuyor. Ne var ki
eğitimdeki bu ikilik hala devam etmektedir. Batı konusunda her ne kadar
ortak görüşlere sahip olsalar da yöntem konusundaki ayrılıkları iki farklı
ekolün eğitim konusunda çatışmasına yol açmıştır.
Netice
itibariyle gelinen noktada eğitim sistemi ne Kemalistlerin istediği insan
tipini yetiştirebiliyor ne de muhafazakârların istediği insan tipini( dindar
nesil) yetiştirebiliyor.
Tam da bu noktada devlet artık bir karar vermek
durumundadır. Eğitim, her kesimin taleplerini ve
beklentilerini karşılayacak, buraya ait, özgür ve özgün bir çerçevede ele
alınmalıdır.