Türkiye güvenlik mimarisinin yeni yapısı
Cumhurbaşkanımız, milletin
kendisine verdiği yetkiyle bakanlık kabinesini hızlı bir şekilde atadı.
Sonrasında aynı hızla görev devir teslimleri yapıldı.
Pazarlık yok, kaos yok, her şey hızlı ve tastamam.
Böylece Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin avantajlarından birine şahit olduk.
Cumhurbaşkanlığı hükümet
sisteminde bakanlar Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği için kabinenin genel
karakteri minimum siyaset maksimum liyakat oldu.
Mevcut kabine de teknokrat
ağırlığını iyice hissettirerek yeni sistemin aradığı ilkelerle uyumu dikkat çekiyor.
Kabine ve sonrasında bürokrasiye
yapılan atamalarda hiç kuşkusuz en çok konuşulan makamlar ve isimler
Türkiye’nin güvenlik mimarisine dair paradigmalara konu edilen Dışişleri
Bakanlığına atanan Hakan Fidan, MİT Başkanlığına atanan İbrahim Kalın ve Savunma
Bakanlığına atanan Org. Yaşar Güler.
Türkiye’de dış politika
yöneliminin değişip değişmeyeceği, ulusal güvenlik anlayışında benimsenen
politikalara devam edilip edilmeyeceği, güvenlik mimari paradigmada
değişiklikler olup olmayacağı, Sayın Erdoğan’ın milli menfaatlerin zararına
olacak her türlü dayatmalara karşı taviz verilmeyeceği vaadinin merkezinde olan
bu isimler üzerinden okumalar yapılıyor.
Bana göre;
Her şeyden önce şunu not
edelim; Savunma Bakanlığı, Dış işleri Bakanlığı ve MİT Başkanlığı Türkiye’nin
güvenlik paradigmasının omurgası olan kurumlardır. Dolayısıyla bu kurumların
başında olanlar; Türkiye’nin kadim
politikalarının bileşkesinden oluşan devlet geleneğinden ve mevcut konjonktürü
dikkate alan rasyonel olgulardan beslenen devlet aklının çerçevesini
çizerek sınırlandırdığı politikaların dışında bir politika belirleme
özgürlükleri yoktur.
Bu isimler üzerinden bir okuma
yapılacaksa öncelikle kadim devlet aklının çizdiği bu sınırlamaların dikkate
alınması gerekir. Aksi halde yapılacak okuma spekülasyondan ibaret olur.
Bu açıdan bakıldığında;
HAKAN FİDAN’IN DIŞİŞLERİ
BAKANLIĞINA ATANMASI:
Hakan Fidanın Dışişleri Bakanlığı
için adı geçmeye başladığında İsrail ve ABD’li evanjelistler ilk tepki verenler
oldu. Hem İsrail’e hem de Atlantik ile İsrail arasında ki sıkı bağı oluşturan
evanjelistlere göre Hakan Fidan bu
coğrafya için tehlikeli biri. Bunu açıkça dile getirdiler.
İsrail için Hakan Fidan neden
tehlikeli ?
İsrail, Hakan Fidanı İran
politikalarına hizmet etmekle suçluyor. Hatta daha da haddini aşarak Fidan’ı
Türkiye’nin Kasım Sülaymani’si olarak nitelendiriyor. İsrail siyasetinin
Fidan’ın Dışişleri Bakanlığına atanmasından rahatsız olduğu kesin. Çünkü
İsrail’den gelen bu yazılı açıklamalar itibarsız yazılar değil. Bu yazıların
her biri dış politika aşısından veri niteliğinde.
İsrail’in bakış açısı elbette
gerçekle örtüşmeyen, spekülatif ve kirli bir zihniyeti sapkın sapmalar ile
gizleme çabasından ibaret.
Gerek İsrail’in ve gerekse
onların Anglo sakson küre ile bağının kurulmasını sağlayan evanjelistlerin
Hakan Fidan yorumu sürpriz değil. Tabi ki bu tepki Sayın Cumhurbaşkanımız
içinde beklenmedik değil. Aslında Sayın Erdoğan’ın Hakan Fidan’ı Dışişleri
Bakanlığına ataması hem İsrail’e hem’ de ABD’ye verilen önemli bir mesajdır.
Sayın Erdoğan’ın mesajı şudur;
Türkiye’nin menfaatlerini
önceleyen politikalara devam edilecektir.
ABD tarafından NATO ya da
benzeri ittifaklar üzerinden yapacağı dayatmalara prim verilmeden, proaktif dış
politika izlenecektir.
Bu mesaj Hakan Fidan
üzerinden net olarak verilmiştir.
Keza Sayın Fidan da ilk
mesajında “Milli yarar ve Milli çıkarlar tartışma konusu olamaz” diyerek Sayın
Erdoğan’ın vermiş olduğu örtülü mesajı teyit etmiş oldu.
İBRAHİM
KALIN’IN MİT Başkanlığına ATANMASI:
MİT gibi önemli bir kurumun
başına İsrail ve ABD tarafından şahin olarak nitelendirilen bir ismin değil’ de
daha yumuşak söylemleri olan, diplomasiden gelen, Cumhurbaşkanı sözcülüğü
yapmış, entellektüel yapısı, akıcı İngilizcesi ve ABD’de ki bağlantıları güçlü
bir isim olan İbrahim Kalın’ ın atanması da kendi içinde mesajlar içeriyor.
Sayın Erdoğan’ın İbrahim Kalın mesajı bana göre;
ABD ve onun çıkar ortağı İsrail’e
Türkiye’nin menfaatlerini öncülemek kırmızı çizgimiz olacak şekilde genel
menfaatler için istihbari diyaloglara ve ortaklıklara açık kapı bırakmak
olabilir.
Bu okumaları henüz atlattığımız
seçim sürecindeki vaatlerden bağımsız olarak da yapamayız.
Hatırlayalım;
Millet ittifakı “Demokratikleşme”
taahhüdü altında ABD ve çıkar ortaklarının menfaatleri doğrultusunda
politikaları öncülledi. Bu aynı zamanda Türkiye’nin dış dünyanın müdahalelerine
karşı daha kırılgan olması veya en iyi ihtimalle daha az direnç göstermesi
anlamına geliyordu.
Cumhur İttifakı ise tam tersini vadetti. Milli beka
sorunu başlığında ülkenin milli menfaatlerini her ne pahasına olursa olsun
bugün canla başla savunulmasını siyaset olarak belirledi ve bunu seçmene
vaadetti. Seçmen ise Cumhur İttifakının milli beka sorunu üzerinden vadettiği
siyaseti onayladı.
Türkiye de halk milli çıkarların
söz konusu olduğu durumlarda bireysel çıkarlarını siyasete malzeme etmekten
imtina etti veya en azından erteledi.
O halde Türkiye proaktif dış
politikaya devam etmeli ve ABD’nin NATO üzerinden veya F-16’lar üzerinden
yapacağı dayatmalara prim vermemelidir.
Böyle olacak mı; işte onu zaman
gösterecek.
Örneğin İsveç’in yarım yamalak ve
dostlar alışverişte görsün tarzındaki yasal düzenlemeler Hükümet tarafından
yeterli görülüp NATO üyeliği onaylanacak mı? Yoksa aldatmacadan ibaret bu
düzenlemeler ABD ve bizi kandırmaya gelen NATO genel sekreteri Stontonberg’ e
rağmen yetersiz görülerek Türkiye’nin milli çıkarları her türlü kollektif
çıkarın üstünde tutularak İsveç’in NATO üyeliği için ABD’nin arzuladığı onayı
bekletilecek mi?
Siyasetimizin politikamıza, politikamızın
vadelerimizle örtüşüp örtüşmediğinin turnusolu, hükümetin İsveç kararı olacak.
Ben Sayın Erdoğan’a ve hükümete
güveniyorum. Türkiye’nin menfaati neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır.
Şimdiye kadar yaptığı gibi…