Türk Zeus
Türkiye'nin Kampala Büyükelçisi Uganda'da düzenlenen 29 Ekim resepsiyonunda yardımcısıyla birlikte antik Yunan kıyafetleri giydiler.
Büyükelçinin resepsiyonda giydiği kıyafet tepkiye ve şaşkınlığa neden oldu.
Büyükelçimiz olan Hanımefendi ve Başkatibimiz giydikleri kıyafetlerle, kendilerini Yunan mitolojisinden uğruna Truva Savaşı çıkan Helen’e ve Baş Tanrı Zeus’a benzettiler. Bu durum, resepsiyona katılanları ve Ugandalıları şaşırttı.
Duruma tepki gösteren Dışişleri Bakanlığı, Büyükelçiyi Ankara’ya çağırdı.
Bu durum eğitim sistemimizin büyük başarısıdır(!).
Eğitimleri esnasında çocuklarımıza Helen Medeniyeti yerlere göklere sığdıramadan anlatılır, Allah’tan bahsetmek laikliğe aykırıdır ama Zeus’tan gıpta ve hayranlıkla bahsetmek medeniliktir.
İçimizdeki Helen hayranları, sırf ironi maksadıyla, “Keşke Yunan kazansaydı” dediği için Kadir Mısıroğlu’na köpürüyorlar.
Bu kesimlerin varoluşları Helen-Yunan düşmanlığına dayanır.
Diğer yandan bir paradoksa imza atar, “Helen hayranlığı” ndan kendilerini alamazlar.
Helen sevdalılarımız bu çıkmazda dolanıp duruyorlar.
Osmanlı ve İslam’a duyulan nefret ve kin, bu kesimleri kendilerine başka köken aramayışına itti. Bu arayış içinde kendilerine atalar buldular.
Kimileri, Sümer, Akat, Eti(Hitit)’leri ataları ilan ettiler, kimileri de Helen’ lere uzandılar.
Bu arada bir sorun vardı, Sümer, Akat, Eti’ lerin atalarımız olmaları için Türk olmaları gerekiyordu, bu sorunu da kolayca çözdüler, bu kavimlerin hepsi bir emirle Türk ilan edildiler.
Hani var ya, Sümer Türkleri, Eti Türkleri, Akat Türkleri...
Türkleştirilince “ata” da oldular.
Böylece, Osmanlı ve İslam “by-pas” oldu,
Oh artık! Osmanlı değildik, Hitit idik, Sıhhiye meydanına Hitit heykeli de dikip, Hitit olduğumuzun mührü de basıldı.
Zaten, bütün dünyanın aslı Türk değil miydi(!).
Hani “Güneş dil teorimiz” vardı ya, bütün diller Türkçe’ den türemişti.
Yeter ki atamız Osmanlı-İslam olmasın, her şey olmaya razıydılar.
Sümer Türkleri' nin bankası bile oldu, Sümerbank!
Eti Türklerinin de İstanbul'da mahalleri oldu: Etiler.
Akatlar geri kalır mı?
Onlar da, Etiler'in yanı başında Akatlar semtini oluşturdular.
İşte, Büyükelçi hanım, muhtemelen bu rüzgarların esintisi ile kendini Helen zannetti.
Biz buna benzer krizleri ilk kez de yaşıyor değiliz.
Osmanlı’nın son dönemlerinden beri bu kimlik buhranlarını hep yaşıyoruz.
“Reşit Paşa, Tanzimat’tan sonra çok sayıda örnekleri görülecek olan yeni tip bir devlet adamıdır. Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek dairede kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığırını açmıştır. Reşit Paşanın koruyucusu, Türkiye’de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların Sultanı” denilen İngiliz Büyükelçisi Lord Stratford Canning’dir. Tanzimat reformlarının gerçek mimarı Lord Stratford’tur. Lord Stratford’un Türkiye Hatıraları adlı kitapta, “Canning’in yardımıyla kabul edilmiş yasaları uygulamayan paşalar, tepe taklak olurlardı.” denilmektedir.
Bir İngiliz generalinin “Sultan demek, Lord Stratford demektir” diye övdüğü Büyük elçi, gerçekten Türkiye’de devlet ricalinin kariyerini elinde tutmuştur. Canning, 1853’te karısına yazdığı bir mektupta:” Osmanlı Hükümeti apansızın değişiverdi. Reşit’le Sadrazam azledildi. O saat Padişah’a çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler.” buyurmaktadır. Yine aynı kitapta, Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Reşit Paşa’nın gözlerinden yaşlar akarak Büyükelçinin elini öptüğü yazılıdır. (Lord S.Canning’in Türkiye Hatıraları”, İş Bankası Yayınları. 1959 s.196)
İstanbul’da Üniversite gençliğimizden bazıları 1915 lerde İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi’nin arabasının atlarını çözüp, arabaya koşularak İngiliz Büyükelçiyi Taksim’e kadar çekip götürdüler.
Bu olaydan utanç duyacağı yerde, İngilizlere “siz bizden uzak durdunuz” diye üstelik sitem eden, o zamanın Başbakanı Talat Paşa anılarında, şöyle bahseder;
“Ancak, sanıyorum dünya tarihinde hiçbir güç, bir başkasına, bizim ihtilal yaptığımız dönemde İngiltere’nin Türkiye’ye davrandığı kadar buyurgan bir tutum içinde olmamıştır. Oysa ihtilalin ileri gelenleri sizden hoşlanıyor, halk ise adeta size tapıyordu. Bir gün, büyükelçinin atlarını arabasını çözdüler ve arabayı elçilik binasına kadar çekip götürdüler. Bu pek küçük bir şey, bir sembol…Elçi isteseydi, arabanın kendi üzerlerinden geçmesine bile ses çıkarmazlardı. Oysa siz bizden uzak duruyordunuz.”( Talat Paşa’nın Anıları -Hazırlayan Alpay Kabacalı, İletişim Yayıncılık 1990 s.185)