Tüketim çılgınlığı ya da Diderot etkisi!.
İçinde bulunduğumuz çağa reklam çağı dersek pek de yanılmış sayılmayız. Elimizdeki cep telefonundan tutun da evdeki televizyon, asansörün aynasındaki yemek şirketi reklamları ve anahtarcı kartvizitleri, apartman kapısının demirine tutturulmuş el ilanları, trafik ışıklarının yani başındaki billboardlara varana kadar kafamızı çevirdiğimiz her yerde reklamları görüyoruz. Her yanımız reklama hizmet eden objelerle kuşatılmış.
Adeta reklam arası
bir hayat yaşıyoruz. Televizyonlarda dahi reklamlar filmin kendisinden daha
fazla zaman alıyor ve biz de reklam arası nefesler alıp veriyoruz. Hele bir de
reklamların etkileyici rakamları yok mu? 100 değil de 99.99 yazınca alınacağına
kandırılmış halimiz. “Bak indirim yapmışlar!” deyip kendimizi bile bile
kandırmış olmamız! İhtiyaç olduğundan değil de indirim olduğundan yaptığımız
alış verişler! Sırf indirime girmiş diye aldığımız ürünler… Bugün lazım olmazsa
da bir gün elbet lazım olur, diyerek aldığımız, unuttuğumuz ürünler! Sonra da gardırobumuz,
hiç kullanmadan ve etiketi hala üzerinde duran ürünlerle dolunca gardırobun
yetersizliğinden yenisini sipariş etme telaşına düşen halimiz! Vay ki, ne vay!
Getirli götürlü,
sepetli, dünyalı sipariş hatları, kuryelik rahatlıkların sefası, kargocuların
çocukları taş mı yesin efendim denen vicdani muhasebeler ve dahası, dahası…
Nihayetinde çağın nimetlerinden faydalanalım derken, rahatlığın getirdiği
tüketim çılgınlığı…
Bir de meselenin
yapay zekâ mı dersiniz, bizi dinliyorlar mı, bilmem ama teknolojik bir boyutu
var. Hakkında konuştuğumuz mesele ile ilgili telefonlarımıza düşen reklamlara
hepimiz şahit olmuşuzdur. Sonra da, “şu melanet şey var ya, vallahi bizi
dinliyor” diyoruz. İnanmazsanız deneyebilirsiniz. Bir arkadaş ortamında almak
istediğiniz bir ürün ile ilgili bir kaç dakika konuştuktan sonra telefonunuzdan
sosyal medya hesaplarınıza girdiğiniz zaman o konu ile ilgili reklamların telefonunuza
geldiğine şahit olacaksınız.
Birçoğumuz zaten
meselenin farkındayız ve her an dinleniyor ve kayıt altına alındığımızın
bilincindeyiz. Bize ait veriler bir yerlerde depolanıyor diyoruz. Neyse, asıl
konumuz bu değil. Biz Müslümanlar olarak her anımızın kayıt altında olduğunu
zaten biliyoruz. Şimdi asıl meselemize dönelim.
Tarihte bu
halimize bir bakıma Diderot etkisi deniyor. Kapitalizmin ayak seslerinin
duyulmaya başlandığı 18. Yüzyılın ortalarında büyük borç batağındaki Fransız
filozof ve yazar Denis Diderot'un ilginç hayat hikâyesi, günümüzün tüketim
çılgınlığının en uygun örneklerden birisidir.
Denis Diderot,
borç batağına sürüklenince Rus İmparatoriçesi Catherine, onun kütüphanesini
satın alarak yirmi beş yıllık maaşını da peşin öder ve kütüphanesini kendisine
hediye eder. Diderot zenginliğin verdiği rahatlıkla ilkin kendisine cafcaflı
bir sabahlık alır. İşte o an, domino etkisi başlar ve evdeki bütün eşyalar bir
sabahlığa kurban edilir. Sonra yine borç batağına düşen Diderot, “Eski
sabahlığımın efendisi iken, yeni sabahlığımın kölesi oldum!” diyerek ‘Eski
Sabahlığım İçin Pişmanlık!’ adında bir yazı kaleme alarak o zaman ayak sesleri
yeni yeni duyulan kapitalizmin ipleri eline geçirip yeni düzenin dişlileriyle
bizi çepeçevre nasıl kuşattığını gözler önüne sermiştir.
Tüketim üzerine
kurulu olan kapitalist sistem, insanın hiçbir zaman mevcut halinden memnun
olmasını istemez ve her zaman daha fazlasını istemesini telkin eder. Sistem,
size bir şey yutturacaksa, sizde ilkin ona muhtaç olduğunuz hissini uyandırır.
Gerisi zaten çorap söküğü gibidir.
Kombin konseptli
iş yerleri, bize sadece bir ürünü satmak yerine, kombin bir şekilde sunum
yaparak güya uyumlu hale getirdikleri ürünlerin tamamını satıyor. Mağaza
vitrinlerindeki kombinlerden tutun da sıradan bir markette ürünlerin dizilişi,
AVm’lerdeki işyerlerin dizayn konsepti, kahve içmek için girdiğiniz kahve dükkânlarından
kahvenin yanına çikolatası ve çerezini de alarak çıkmanıza kadar birbiriyle
ilişkili hale getirilen tüketim ürünlerinin hayatımızı nasıl kombineleştirdiğine
üzülerek tanıklık ediyoruz.
Mesele bununla da
bitmiyor ve Diderot etkisi, aynı zamanda kültürel çözülmenin de tetikleyicisi
oluyor. Kültürel değerler kademeli bir şekilde birbiriyle ilişkilendirilerek,
toplumlar tarafından parça parça değiştiriliyor. Eski parça sunulan yeni parçaya
yakıştırılmayarak yenisiyle değiştiriliyor, yenilik ve modernizm adı altında değerlerimiz
köklerinden koparılıyor. Ortaya çıkan yeni düzeni öz evladımız gibi kabul
ediyoruz.
Diderot'un da
dediği gibi “Yoksulluğun özgürlükleri varken, zenginliğin engellerine takılıp
kaldık!” Topyekûn bir savaş yerine, parça parça işgal edilerek bütünü
kaybettik.
Sonumuz hayrolsun!