Tükenmiş varoluşlar
Theodor Adorno’dan alınan bu tabir, içinde bulunduğumuz çağın ve içinden geçtiğimiz sürecin en güzel, en kapsamlı tanımlama girişimlerinden biri gibi görünüyor. Hoş, Adorno bu tabiri Kafka’dan ilhamla “tutunamayanlar”a izafeten kullanıyor ama belki de büyük bir sezgiyle bugünün dünyasına ve insanına işaret ediyor. Gerçekten de nerede olursak olalım ve nereye bakarsak bakalım etrafımızı devasa bir tükenmiş varoluşlar kümesi çevreliyor. Neredeyse hayatın kendisi bile tükenmeye/tüketilmeye ayarlanmışçasına insan ile doğa arasındaki bütün bağlar ya kopartılmış ya epritilmiş veya bir daha sıkılaştırılmamak üzere olabildiğince gevşetilmiş durumda. İnsanın içindeki yaşama arzusu, işlevi bitmişçesine bir kenara fırlatılıp atılmış ve onun yerine uyuşukluğa bağlı ölümcül bir isteksizlik konmuş. Atmosferden oksijen yerine can sıkıntısı teneffüs ediyoruz. Başkalarından enerji yerine bıkkınlık alıyoruz. Başkalarına ilham yerine tekrarlardan kurulu yorgunluklar veriyoruz. Bulunduğumuz bütün uzamlar hiçlikten besleniyor ve bu da yaşamla varoluş arasındaki tepkimeye halel getiriyor.
Kelimenin gerçek
anlamıyla, iç dünyamızın yanı sıra dışarıdaki dünyayı, kendimizle birlikte
gezegenimizi, değerlerimizle birlikte bizden habersizce değere dönüşmüş eko
sistemlerin tamamını çürütme yarışındayız. İnsanın dışarıdan ve içeriden
aşındırılması yarım yamalak hayatlar peyda ediyor ve ne beden ne ruh ne de
zihin, olması gerektiği ışıltıyı salmak için kendinde güç bulabiliyor. Ruh da
beden de zihin de mümkün olduğunca kendisini varoluşunun aşağılarına çekiyor,
yukarı, daha yukarısı gittikçe uzaklaşıyor. Dünyaya karşı içtenliğini yitirmek
kendine yönelik sevgiyi sulandırmak anlamına geliyor ve biz nesneleri ne kadar
kendi oluşundan alıp başkalaştırırsak onların bizden aldığı hınç da o kadar
artıyor. Sevgi abartıldığında zorunlu olarak köleliği getirir. Nesne sevgisinin
araç olmaktan çıkarılıp amaca dönüştürülmesi de nesne karşısındaki köleliği…
Modernleşme, nesneye yakından bakışın hayranlığa dönüştüğü bir süreçken
sonrasındaki gelişmeler bu hayranlığın bir acziyete, ardından değersizleşmeye
dönüşmesinin hikayeleriyle dolu. Nesneleri kontrol altına almaya çalışırken
onlar tarafından kıskıvrak yakalandık. Onları överken onların aşağılanmalarına
maruz kaldık. Böylece olduğundan daha sıkı sararak, sarılarak hem onları
doğasından uzaklaştırdık hem de kendi doğamızı bozduk. Abartıyla şımartılan
elbette öç alır. Varılan noktada doğası bozulmamış hiçbir özne, hiçbir nesne,
hiçbir olay ve hiçbir değer kalmamış gibi görünüyor. Varılan noktada nesneler
de insanlar da hayata çarık çürük gözlerle bakıyor ve bu ikisinin bitişme
noktasındaki bütün türevleşmeler kendiliğinden bir bozukluğa işaret ediyor. Göz
gidince görüntü uzaklaşır, görüntü uzaklaşınca görünen olması gerektiği
biçimiyle kendini ele vermez.
Tutamamak ve
tutunamamak her zaman tükenişin bir adım gerisinde durur. Tutamamakta bir gücü
yetmeyiş, bir ihmal vardır. Tutunamamak artık bir savruluşu, iradenin boşluğa
düşmesini imler; tükenişin derinlerden, içeriden kaynaklandığına vurgu yapar.
Tükenişin durduğu yer ise başka bir yerdir: Geri dönüşsüz yokluk… Üstelik
burada varlığı, varoluşu her tarafa yaymanın yarattığı bir yokluktur söz konusu
olan. Sayısız seçenek arasından birini bile seçme iradesi gösterememekten
kaynaklı bir acziyettir bahse konu edilen ve aynı zamanda varlığın
mutlaklaştırılmasından kaynaklı bir yokluk uçurumunun dibinde bulmaktır
kendini. Sonsuzluk, bu noktada, kendi içine kıvrılarak sonlu oluşun maddesine
dönüşmüştür. Ölüm hayatı yenmiş, sevgi nefrete kaybetmiştir. İstek isteksizlik
tarafından esir alınmış, özgürlük köleliğe rehin verilmiştir ve elbette heves,
tükenmişliğe.
Tutamamak ve
tutunamamakta her zaman bir umut ışığı vardır. Tutamayanın tutma ihtimali daima
potansiyel olarak iradenin içinde mevcuttur, tutunamayan bir gün, bir yerde
tutunabilir belki ama tükeniş cümlenin sonuna konan noktadır. Sonrası yoktur.
Geri dönüşsüzdür. Tükenmiş varoluşlar, en çok da varoluşun uzağına düşmüşlerdir
ve burada sıfat her durumda ismi niteleyen bir şey olmanın çok ötesine geçerek
ismin doğasını ve karakterini belirlemenin mutlak hakimidir. Ölümcül bir
devridaimin oyuncağıyız hepimiz: Tüketirken tükenmek, tükenirken tüketmek.
Tüketerek tükenmek, tükenerek tüketmek. İnsanlar, nesneler, zihinler, duygular,
değerler birbirini beslemiyor artık, yok ediyor. Nesneler yanlış kullanılmanın
öcünü alıyor: Yediğimiz her nesne boğazımıza takılıyor, dokunduğumuz her yüzey
tenimizi yakıyor. Değerler de öyle: Aşk, hemen nefrete, erdem bir anda çıkara,
tevazu bir anda kibre dönüşüyor. Merhametten zulüm, özgürlükten hapishaneler
inşa ediliyor. Yerin altına gömdüğümüz kötülüklerin orada kalacağını düşünüyoruz.
Tıpkı derimizin altında dolaştırdığımız günahların orada kalacağını düşünmemiz
gibi ama öyle olmuyor. Bütün yaralar bir gün mutlaka yüzeye çıkar.
Erzincan’daki göçüğün başka ne anlamı olabilir ki? Tükenmiş varoluşlar sadece
tüketir…