Dolar (USD)
35.34
Euro (EUR)
36.47
Gram Altın
3021.93
BIST 100
9890.76
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Tüccar Devlet

Her gezegen kendi atmosferini üretir. Her atmosfer, doğasına uygun havayı üfler, o hava, o gezegenin mayasını biçimlendirir. Pluton karartır, Mars yakar, Uranüs üşütür, Dünya yeşertir. Değişimi sağlayan şey, mevcuda dışarıdan, olmayanın eklenmesi değil, karşılıklı aynalardır. Doğa eyleyişe, eyleyiş doğaya nüfuz eder. Tekrar, zamanın omurgası, vazgeçilmez ritmidir. Fark ise onun kırılma anlarında meydana gelir ama bir yerde, bir şekilde tekrara dahil olur. İnsan doğası da böyledir. Neyi içine alırsa onun tortusunu dışarı atar. Neye dokunursa onun şeklini alır. Neyle temas kurarsa onun tarafından belirlenir. Havuç yerseniz teriniz turuncu kokar. Pasa dokunursanız deriniz grileşir. Siyanür varoşunuzu dondurur, kötülük ruhunuzu kirletir, hiçlik bilincinizi pelteleştirir. Böyleydi, böyledir, böyle olmaya devam edecek.

Gezegenler gibi devletler de kendi atmosferleri tarafından belirlenirler. Her devletin teneffüs ettiği hava onu oluşturanların doğasından izler taşır. O iz, bir zaman diliminden diğerine, birinden ötekine yer değiştir ama mahiyet neredeyse aynı kalır. Devrimler mutlak kurtuluş değil, yozlaşmaya aday farklardır ve ne yapar eder, sonunda tekrara dahil olurlar. Dolayısıyla bozuluşun mayası yeşertinin tam içinde durur, sırasını bekler, vakti gelince ortaya çıkar, önce duraklatır, donuklaştırır, sonra çözer, dağıtır ve yok ederek yeni yeşertinin önünü açar. Devrimler mutlak çözüm olsa yenilenmez, yozlaşma devirlerinde yeni devrimlerin ortaya çıkmasına yol açmazdı. Burada önemli olan yeşertiyi sonsuzlaştırmak, erdemi/olgunlaşmayı/mükemmelliği dondurarak süreklileştirmek değildir. Onun imkanlarını genişleterek geniş zamanlara yaymak, onu her durumda çürümenin önüne koymak, genel geçer hale getirerek çürümeyi büzüştürmek, daraltmaktır. Karanlığın yok edilmesine gerek yok. Işığa duvar örmediğimiz, önüne engel koymadığımız sürece onun geri çekileceğini biliyoruz. Üstelik ışık kadar karanlığa, iyilik kadar kötülüğe, sıhhat kadar hastalığa, yeşermek kadar çürümeye de ihtiyacı var hayatın. Suyun oksijen kadar hidrojene de ihtiyaç duyduğu ortada. Burada, birinin yok edilmesinden, birinin diğerini yok etmesinden ziyade biri ile öteki arasında kurulması muhtemel ilişkiden, makul bir tepkimenin meydana getirdiği formüllerden bahsediyoruz ve devlet bunun için var. Gücün egemenliğini değil orantısını ayarlama iradesi kurmak için var. Kötülüğü tamamen ortadan kaldırmak için değil geri püskürtmek ve iyilik karşısındaki gücünü kırmak için var. Çeşitliliği yok ederek hayatı tekdüzeleştirmek için değil çeşitliliğin kaosa evrilmesini engellemek, renk harmanisine dönüştürmek için var. Ne için, neyi gerçekleştirmek için yola çıktıysa yolun sonunda onu gerçekleştirmiş olma onurunu yaşamak için var.

En azından Antik Yunan’dan beri devlet maddi ve manevi görünümüyle insan fizyolojisine –küçültülmüş evren- benzetilmiştir. Eflatun bunun en somut örneği olarak onu kabaca üçe ayırmış; yöneticileri baş, orta kesimi gövde, alt kesimi ise ayaklardan ibaret bir sistem olarak görmüştür. Fizyolojik bir kurgu olarak devletin ayakta kalabilmesi, yaşamını sürdürebilmesi için ideal insan tipini üretmek zorunda olduğunu söylemiş, kendi devletinin ideal insanını da “bilgelik” ile donatmıştır. Böylece her devletin ayakta kalmak için kendi mayasına uygun bir ideal insan üretmek zorunda oluşu kayıt altına alınmış, devletin baktığı yön ile ihtiyaçlar geçmişten bugüne ideal insan kavramının içeriğini doldurmuştur. Roma devleti, savaşçı kimliğine bağlı olarak “asker tipini” öne çıkarmış, savaşçı insan modeline yoğunlaşmışken Hristiyanlık sonrası Avrupa, Ortaçağ’a kadar içsel dinginliğe vurgu yapan ve nispeten daha dingin, daha durulaşmış, daha statik bir insan modeline göre biçimlenmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında bu insan modeli, kaba sabalıktan arındırılmış, şehirli, aristokrat savaşçı modeline evrilmiş, Haçlı Savaşları boyunca kendilerine “şövalye” diyen insanların bir sentezi olarak zuhur etmiştir. Bu akışı paranteze alan İslam coğrafyası ise biri dışarıdan, diğeri içeriden olmak üzere iki insan modeli geliştirmiştir: Savaşçı insan modeli dış dünya tahkimatının tazyikiyle öne çıkarken dünyayla hesaplaşması olmayan, içsel dinginliği hayatın merkezine yerleştiren tasavvuf insan ruhunu parlatmanın bir aracı olarak görülmüştür. Aslında ister Doğu isterse Batı kültür akışı söz konusu edilsin ideal insan modelinin iki uç arasında gidip geldiğini görüyoruz: Dünyayla, ötekiyle savaşanlar ve kendiyle, içiyle, kendinin ötekisiyle savaşanlar. Dünyayı terbiye etmeye ahdetmiş olanlar ve kendini terbiye etmeye adanmışlar…

Modernleşme, bu akışa üçüncü bir boyut ekledi: Kendini zenginleşmeye adayan ideal insan tipi… Thomas Hobbes’un Leviathan’ından (1651) yaklaşık bir asır sonra yayınlanan, ondan çeşitli ilhamlar da alan Adam Smith’e ait Milletlerin Zenginliği (1776) adlı metinde tam karşılığını bulan bu yeni insan modeli, o gün bugündür hem devletlerin hem de kültür ve medeniyetlerin yeni ideal insanına dair farklı bakış açıları üretiyor. O gün bugündür, yeryüzünün farklı coğrafyalarında, farklı kültür ve inançların eseri olan devletlerin hepsi sözleşmişlercesine “zengin insanı” ideal insan olarak sunuyor ve bütün paradigmayı bunun üzerine kuruyor. O gün bugündür “para” gündelik yaşamı belirleyen inanç, ahlak, etik, estetik, zevk ve modaları belirleyen en itici güç haline gelmekle kalmadı, sayılan bütün öğeleri aşındırarak kendi nüfuz alanına çekti. Ticarileşen devletin gözünde en makbul insanın tüccar olmasından daha doğal ne olabilir? Bugünün tüccar devletleri tarafından korunan, gözetilen zengin iş adamları yeni model devletlerin ruhbanları olarak hayatın tamamına yön vermekle kalmıyorlar, devlet nezdinde eğitimden sanata, kültürden edebiyata hayatın her alanına hakim aktörler olarak “cennetlik” insan olarak görülüyorlar.

Başta da söylediğim gibi: Kötülük hiçbir zaman yok olmayacak ve hayatın ona da ihtiyacı var. Sorun şu ki kötülük iyilik kadar vicdan sahibi olmadığından, gücü eline geçirdiği andan itibaren iyiliğin kökünü kurutmanın bütün yollarını üreterek dünyayı Mars’a, Uranüs’e, Pluton’a yaklaştırırken insanı insan yapan bütün mekanizmaları yok ediyor. Farkındasınız değil mi, tüccar devlet, tüccarlık yaparak tüccarlar üzerinden insan türünü yok ediyor.