Tüccar Devlet
Her gezegen
kendi atmosferini üretir. Her atmosfer, doğasına uygun havayı üfler, o hava, o
gezegenin mayasını biçimlendirir. Pluton karartır, Mars yakar, Uranüs üşütür,
Dünya yeşertir. Değişimi sağlayan şey, mevcuda dışarıdan, olmayanın eklenmesi
değil, karşılıklı aynalardır. Doğa eyleyişe, eyleyiş doğaya nüfuz eder. Tekrar,
zamanın omurgası, vazgeçilmez ritmidir. Fark ise onun kırılma anlarında meydana
gelir ama bir yerde, bir şekilde tekrara dahil olur. İnsan doğası da böyledir.
Neyi içine alırsa onun tortusunu dışarı atar. Neye dokunursa onun şeklini alır.
Neyle temas kurarsa onun tarafından belirlenir. Havuç yerseniz teriniz turuncu
kokar. Pasa dokunursanız deriniz grileşir. Siyanür varoşunuzu dondurur, kötülük
ruhunuzu kirletir, hiçlik bilincinizi pelteleştirir. Böyleydi, böyledir, böyle olmaya devam edecek.
Gezegenler gibi
devletler de kendi atmosferleri tarafından belirlenirler. Her devletin teneffüs
ettiği hava onu oluşturanların doğasından izler taşır. O iz, bir zaman
diliminden diğerine, birinden ötekine yer değiştir ama mahiyet neredeyse aynı
kalır. Devrimler mutlak kurtuluş değil, yozlaşmaya aday farklardır ve ne yapar
eder, sonunda tekrara dahil olurlar. Dolayısıyla bozuluşun mayası yeşertinin
tam içinde durur, sırasını bekler, vakti gelince ortaya çıkar, önce duraklatır,
donuklaştırır, sonra çözer, dağıtır ve yok ederek yeni yeşertinin önünü açar.
Devrimler mutlak çözüm olsa yenilenmez, yozlaşma devirlerinde yeni devrimlerin
ortaya çıkmasına yol açmazdı. Burada önemli olan yeşertiyi sonsuzlaştırmak,
erdemi/olgunlaşmayı/mükemmelliği dondurarak süreklileştirmek değildir. Onun
imkanlarını genişleterek geniş zamanlara yaymak, onu her durumda çürümenin
önüne koymak, genel geçer hale getirerek çürümeyi büzüştürmek, daraltmaktır. Karanlığın
yok edilmesine gerek yok. Işığa duvar örmediğimiz, önüne engel koymadığımız
sürece onun geri çekileceğini biliyoruz. Üstelik ışık kadar karanlığa, iyilik
kadar kötülüğe, sıhhat kadar hastalığa, yeşermek kadar çürümeye de ihtiyacı var
hayatın. Suyun oksijen kadar hidrojene de ihtiyaç duyduğu ortada. Burada,
birinin yok edilmesinden, birinin diğerini yok etmesinden ziyade biri ile öteki
arasında kurulması muhtemel ilişkiden, makul bir tepkimenin meydana getirdiği
formüllerden bahsediyoruz ve devlet bunun için var. Gücün egemenliğini değil
orantısını ayarlama iradesi kurmak için var. Kötülüğü tamamen ortadan kaldırmak
için değil geri püskürtmek ve iyilik karşısındaki gücünü kırmak için var. Çeşitliliği
yok ederek hayatı tekdüzeleştirmek için değil çeşitliliğin kaosa evrilmesini
engellemek, renk harmanisine dönüştürmek için var. Ne için, neyi
gerçekleştirmek için yola çıktıysa yolun sonunda onu gerçekleştirmiş olma
onurunu yaşamak için var.
En azından Antik
Yunan’dan beri devlet maddi ve manevi görünümüyle insan fizyolojisine
–küçültülmüş evren- benzetilmiştir. Eflatun bunun en somut örneği olarak onu
kabaca üçe ayırmış; yöneticileri baş, orta kesimi gövde, alt kesimi ise
ayaklardan ibaret bir sistem olarak görmüştür. Fizyolojik bir kurgu olarak
devletin ayakta kalabilmesi, yaşamını sürdürebilmesi için ideal insan tipini
üretmek zorunda olduğunu söylemiş, kendi devletinin ideal insanını da
“bilgelik” ile donatmıştır. Böylece her devletin ayakta kalmak için kendi
mayasına uygun bir ideal insan üretmek zorunda oluşu kayıt altına alınmış,
devletin baktığı yön ile ihtiyaçlar geçmişten bugüne ideal insan kavramının içeriğini
doldurmuştur. Roma devleti, savaşçı kimliğine bağlı olarak “asker tipini” öne
çıkarmış, savaşçı insan modeline yoğunlaşmışken Hristiyanlık sonrası Avrupa,
Ortaçağ’a kadar içsel dinginliğe vurgu yapan ve nispeten daha dingin, daha
durulaşmış, daha statik bir insan modeline göre biçimlenmiştir. Ortaçağ
Avrupa’sında bu insan modeli, kaba sabalıktan arındırılmış, şehirli, aristokrat
savaşçı modeline evrilmiş, Haçlı Savaşları boyunca kendilerine “şövalye” diyen
insanların bir sentezi olarak zuhur etmiştir. Bu akışı paranteze alan İslam
coğrafyası ise biri dışarıdan, diğeri içeriden olmak üzere iki insan modeli
geliştirmiştir: Savaşçı insan modeli dış dünya tahkimatının tazyikiyle öne
çıkarken dünyayla hesaplaşması olmayan, içsel dinginliği hayatın merkezine
yerleştiren tasavvuf insan ruhunu parlatmanın bir aracı olarak görülmüştür.
Aslında ister Doğu isterse Batı kültür akışı söz konusu edilsin ideal insan
modelinin iki uç arasında gidip geldiğini görüyoruz: Dünyayla, ötekiyle
savaşanlar ve kendiyle, içiyle, kendinin ötekisiyle savaşanlar. Dünyayı terbiye
etmeye ahdetmiş olanlar ve kendini terbiye etmeye adanmışlar…
Modernleşme, bu
akışa üçüncü bir boyut ekledi: Kendini zenginleşmeye adayan ideal insan tipi…
Thomas Hobbes’un Leviathan’ından
(1651) yaklaşık bir asır sonra yayınlanan, ondan çeşitli ilhamlar da alan Adam
Smith’e ait Milletlerin Zenginliği
(1776) adlı metinde tam karşılığını bulan bu yeni insan modeli, o gün bugündür
hem devletlerin hem de kültür ve medeniyetlerin yeni ideal insanına dair farklı
bakış açıları üretiyor. O gün bugündür, yeryüzünün farklı coğrafyalarında,
farklı kültür ve inançların eseri olan devletlerin hepsi sözleşmişlercesine
“zengin insanı” ideal insan olarak sunuyor ve bütün paradigmayı bunun üzerine
kuruyor. O gün bugündür “para” gündelik yaşamı belirleyen inanç, ahlak, etik,
estetik, zevk ve modaları belirleyen en itici güç haline gelmekle kalmadı,
sayılan bütün öğeleri aşındırarak kendi nüfuz alanına çekti. Ticarileşen
devletin gözünde en makbul insanın tüccar olmasından daha doğal ne olabilir?
Bugünün tüccar devletleri tarafından korunan, gözetilen zengin iş adamları yeni
model devletlerin ruhbanları olarak hayatın tamamına yön vermekle kalmıyorlar,
devlet nezdinde eğitimden sanata, kültürden edebiyata hayatın her alanına hakim
aktörler olarak “cennetlik” insan olarak görülüyorlar.
Başta da
söylediğim gibi: Kötülük hiçbir zaman yok olmayacak ve hayatın ona da ihtiyacı
var. Sorun şu ki kötülük iyilik kadar vicdan sahibi olmadığından, gücü eline
geçirdiği andan itibaren iyiliğin kökünü kurutmanın bütün yollarını üreterek
dünyayı Mars’a, Uranüs’e, Pluton’a yaklaştırırken insanı insan yapan bütün
mekanizmaları yok ediyor. Farkındasınız değil mi, tüccar devlet, tüccarlık
yaparak tüccarlar üzerinden insan türünü yok ediyor.