Toprak bizi çağırıyor
Ölmek diye yadsıyamayacağımız bir gerçeğimiz var, çünkü
doğmak eyleminin en önemli failiyiz. Bu dünyaya gelişimizde gizlidir
gidişimizin rotası. Koşar adım yürüyoruz ölüme doğru. Her ölümün yaşamak gibi
bir sebebi vardır ve gecesi yaşam olan ömrün sabahına doğacak olan güneştir
ölüm. Kimine vuslat kimine ise hüsrandır…
Ölüm en çok sonbahara yakışır. İlkbaharda yeşeren ağaçlar, sonbaharda
kendilerini ölümün koluna iterken dünyanın en duygusal ve en manidar görüntü
şölenini de bize sunar. Dallarından hüzünle vedalaşan yapraklar süzüle süzüle
düşerken toprağa ayrılığın dramı rüzgâr misali yalayıp geçer ruhumuzu. Dalından
kopan yaprak ruhunu teslim etmiş can misalidir ve yaprak da ruh da aynı demde
dokunur toprağın tenine.
Vedalar her zaman ağırdır yüreğe ve ne kadar gerçek olsa da
her ölüm gebedir acıya. Vakitsizdir, erkendir tartışmalarıyla birileri
sorgulayadururken ölümü, alarmı kurulmuş saat gibi zamanında gelendir ölüm.
Hiçbir şeye yetişemeyen insana hangi vakitte gelirse gelsin vaktinde gelmiştir
ölüm. Yaşanmamışlıklarımızın, yarım kalmışlıklarımızın, ertelediklerimizin,
yarına bırakmışlıklarımızın, ötelediklerimizin, ihmal ettiklerimizin telafi
hakkını da alıp götüren ve üstünü toprakla örtendir ölüm.
Toprak ise vefadır, vefalıdır. Sen ne verirsen ona, o
fazlasıyla geri verir sana. İnsan ne kadar nankörse insana ve çevresine, toprak
bir o kadar bonkördür insana. Gençliğimizde hayatın debdebesi ve yoğunluğu
içinde yaşarken toprağı ve ölümü unutarak bir betondan diğerine yetişme gayreti
içerisinde olduk. Gelin görün ki hayatın o kadar hızlı ve yoğun
yaşanmışlığından sonra ellisine varınca insan biraz daha dinginleşiyor ve
sakinliği tercih ediyor. Toprağa daha bir özlem duyuyor. Betonların çevrelediği
şehir hayatından en yakın yaylalara atıyor kendini. Sıcak bahanesi arkasına
gizledikleri toprak özlemini yılın üç beş ayı kaldıkları yaylalarda gidermeye
çalışıyor insan. Sorsan, hepimiz sıcaklardan şikâyet ettiğimiz için yaylalara
kaçtığımızı söyleriz. Ama işin aslı öyle değildir. Kendimizden dahi
gizlediğimiz ve kendimize dahi itiraf edemediğimiz toprak özlemidir içimizde
duyduğumuz.
İş yoğunluğu içinde ömrümüzü yaşarken yaylaya gitmeye fırsat
bulamayanlarımız ise balkonlarında geçici çözümleri tercih ederek saksı
içerisinde giderirler toprak özlemlerini. Yıllar öncesinde kaleme aldığım bir
şiirde bu gerçeği şu dizelerle ifade etmiştim:
“Çiçekleri saksıda
Beni şehirlerde öldürdüler
Çiçekleri saksıya
Beni şehirlere gömdüler.”
Bazılarımız ise hobi bahçelerinde avuturuz bu özlemimizi.
İster yaylada, ister balkonda, ister hobi bahçelerinde olsun, bir şekilde
gideriveriyor insan toprağa duyduğu özlemi.
Toprağa duyduğumuz özlem bu kadar aşikâr iken üstünü örtmeye
çalıştığımız gerçek ise ölümün ta kendisidir.
Toprak öyle güzel bir nimet ki, ne verirsen ona, misliyle
fazlasını geri verir sana. Bu anlamda altı da üstü de berekettir toprağın.
Hızlı yaşadığımız hayatta insanların nankörlüğünü gördükçe huzuru ararcasına
kendimizi toprağa verişimiz bundandır ve bir tarafı özgürlüktür toprağın. Yaş
kemale erince anlıyor bu gerçeği insan.
İnsan yaratılışı itibariyle topraktan gelmiştir ve ruhumuzun
özünü toprak oluşturur. Kim bilir belki de bu gerçektir toprağa duyduğumuz
özlem. İnsan doğduğu yere her zaman aidiyet duygusuyla nasıl bağlıysa, özünü
var eden toprağa da bağlılığı o ölçüdedir. Toprak ile hem hal olmanın insana
verdiği huzur da bundandır. İnsan en çok kendisiyle baş başa kaldığı ve kendini
dinlediği zamanlarda daha dingin ve huzurludur. Bu anlamdan baktığımız zaman
insanın özüyle buluşmasıdır toprağa dokunuşu. Toprak serinletir insanın ruhunu.
Her nerede olursak olalım son durağı toprak olan eylemdir
yaşam ve sabırlı bir şekilde aheste aheste bizi çağırıyor toprak.