Toprağın Dili
Kâinatta her varlığın kendine mahsus bir dili
vardır. İnsanın insanla iletişimi olduğu
kadar, diğer varlıkların da kendi aralarında muhakkak bir iletişimi var. İnsan
belki duygularını yansıtması yönüyle farklı olabilir.
Dil bir şifrelemedir, bunu çözebildiğimiz
zaman iletişim kurabiliyoruz. Bu iletişimi aynı dili konuşan insanlar kendi
aralarında sağlayabiliyor. Âlemde ne kadar varlık varsa o kadar dil vardır. Bu
dilin kurallı olup olmadığına bakmadan varlıkların niçin yaratıldığına bakarak
bu iletişimin nasıl olduğunu düşünebiliriz.
İnsanın en çok temas ettiği varlık nedir? Sanırım topraktır. Toprak üzerinde yaşıyoruz.
Betonla kaplasak da yaşadığımız yer topraktır, kara parçasıdır. Toprakla insanın teması çok farklıdır. Yaşarken
de öldükten sonra da toprakla bağımız devam ediyor. Demek ki toprak bizi sarıp
sarmalıyor. Âşık Veysel’in gönlümüze dokunan şu dizelerindeki mesajı kim kabul
etmez ki?
“Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır”
Dünkü
insan toprağı kazma ile yarıyordu. Bugün durum böyle değil. Eliyle dokunuyordu
toprağa ve toprak, insana yine de gül veriyordu. İnsanoğlu hoyrat. İnsanoğlu bencil. İnsanoğlu
ölümsüzlük iksiri içtiğini sanıyor. Yıkıyor, yok ediyor. Ne su ne toprak hakkı
gözetiyor. Eskiden kurdun kuşun hakkı vardır, diye bağın bahçenin hasadında her
şey toplanmazdı. Öyle ya, sadece insan yaşamıyor ki dünyada.
Zaman
zaman haberlerde izliyoruz kumru kuşlarını, olur olmaz yerlere yuva yapıyorlar.
Peki, neden böyledir, düşündük mü? Kanaatimce kuşların evini barkını biz işgal
ettik. Ağaçlar, dereler, bağlar bahçeler arsa oldu, toprağın rengi soldu. Biraz
durmalıyız. Dinlenmeli ve dinlemeliyiz toprağı. Bunu, arada bir mezarlığa
giderek yapabiliriz. Çünkü şehirlerde kalan tek toprak parçaları mezarlıklar.
İyi ki mezarlıklar var! Oysa iyi ki ölüm var, demek gerekmez mi? Şu hâle bakın!
Toprağın
bizde karşılığı biraz da kutsaldır. Vatandır toprak. Ölünür, öldürülür uğruna.
İyi de niçin toprağı da öldürüyoruz? Toprağın dili yok mu? Onun bizden şikâyeti
olmayacak mı? Aslında iş insanın kendisi dışında da bir âlem olduğunu
düşünmesiyle başlıyor. Yaratılan her varlığın hayat hakkının olduğuna
inanmayanın veya buna hürmet etmeyenin cennete gitmesi düşünülebilir mi? Bizim
çok farklı bir terbiyeye ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Bunu anlamanın yolu
dağların, taşların ve toprağın dilini çözmekle mümkündür. Her varlık, her
şeyden önce bir maksat için vardır. Bunu idrak ettiğimizde dünyaya bakışımız
değişecektir.
Derviş Yunus’a kulak verelim:
“Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevla’m seni”
Demek ki çağrımızı çok sesli ve çok dilli yapmamız gerektiği
salık veriliyor. İşte bu çağrı kâinatın toplu zikridir, toplu yakarışı ve
niyazıdır. Gelin, ey yârenler, toprakla hemhâl olalım ve onun dilini anlayarak
yolumuza devam edelim. Sonunda zaten
toprağa düşeceğiz ve toprak olacak son beşiğimiz.
Yunus ile hitama ersin seslenişimiz:
“Bilmişim dünya hâlini, terk ettim kıyl ü kâlini
Baş açık ayak yalın, çağırayım Mevla’m seni
Yunus okur diller ile, ol kumru bülbüller ile
Hakkı seven kullar ile, çağırayım Mevla’m seni”