Dolar (USD)
32.55
Euro (EUR)
34.85
Gram Altın
2431.38
BIST 100
9645.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

01 Temmuz 2020

Toplumsal sermayeyi tüketmek

Günlerdir ülkece tekli-çoklu baro tartışmasına şahit olduk. Hararetle tartışılan barolar ile ilgili düzenleme, Cumhur ittifakının girişimi ile meclise geldi.

Cumhur ittifakı düzenlemenin baroların mevcut işleyişini demokratikleştireceğini savunuyor.

Muhalefet ise düzenlemeyi iktidarın muhalefeti sindirme girişimi olarak görüyor.

Tartışmanın bu noktaya sıkışmasında anlaşılmayacak bir durum yok esasında. Çünkü barolar bir meslek örgütü olsalar da Türkiye’de barolar da dâhil olmak üzere meslek örgütleri siyaset ve devlet ile olan ilişkilerinde kelimenin gerçek anlamı ile sivil toplum kuruluşu olarak görev ifa etmiyorlar.

Türkiye’de “sivil toplum” tamlamasının tamlananı olan toplum, henüz vücuda gelebilmiş değil. Haliyle sivilliği de son derece tartışmalı.

Toplum birbirleriyle kesişmeyen kesimlere bölünmüş vaziyette.

STK’lar da toplumun varlığını dikkate alan bir gerçekliğe değil ilkel küçük grup aidiyetlerine yaslanarak arz-ı endam ediyorlar. Siyasi, ideolojik ve kültürel angajmanlarının gereği ne ise ona göre faaliyetlerini yürütüyorlar. Bu durum onları küçük gruplarına ait olmayan kimliklerle kavgalı, toplumu bir bütün olarak görme ufkundan yoksun kutuplaşan ve bu kutuplaşmadan beslenen bir görüntünün tamamlayıcısı kılıyor.

Cari iklim maalesef demokratik bir olgunluğa evrilmediği gibi konjonktüre göre

orantısız güç kullanımlarının nesnesi kılıyor onları. Bu ise zaten damlaya damlaya biriken “toplumsal sermayeyi” tümden tüketme tehlikesi ile baş başa bırakıyor ülkeyi.

Eğer sivil toplum sahasından çıkan ses sadece “aleyhte pür radikal tutum yahut sürekli lehte tam destek” arasında salınıyorsa “toplumsal sermaye” için endişelenebiliriz. Bu bir toplum olup olamama sorunu olduğu için bu tür bir sorunun maalesef kısa vadede ortadan kalkmayacağı aşikâr. Ancak

koridorun daraldığı, ışığın azaldığı nokta da tam burası. Onun için eğer Türkiye’nin bir entelektüel müktesebatı varsa; bu dar koridora ve azalan ışığa mahkûmiyetten ülkeyi kurtaracak fikri, düşünsel çabayı ortaya koymalıdır.

***

Şükrü Hanioğlu, “Toplumsal sermayeyi tüketmeyelim” başlıklı bir yazısında esasında yukarıda tasvir etmeye çalıştığım duruma işaret ediyordu. Robert Putnam’ın çalışmalarına atıfla, sivil toplumu ‘toplumsal sermaye’ olarak tanımlayan Hanioğlu o yazısında, dünyada ve Türkiye’de sivil toplumun

etkileri ve gelişimi üzerine görüşlerini paylaşmıştı.

Şükrü Hanioğlu yazısında, Türkiye’de erken Cumhuriyet dönemi uygulamalarından günümüze kadar devlet-toplum ilişkisinin mahiyeti dikkate alındığında kamusal alanın tek belirleyicisi olan devletin sivil toplumun gelişimine olumsuz etkisinden söz etmişti. Öte yandan sivil toplum kuruluşu

maskesi kullanan bir yapının eliyle yakın zamanda gerçekleşen darbe girişiminin sivil toplumun zaten cılız seyreden gelişimini hepten kötüleştirdiğini, geldiğimiz noktada ise vatandaşın mesafeli yaklaşımı ile kendiliğinden gelişen kuruluşların iyice güçsüz kalışı neticesinde sivil toplumun radikalleşen yapılar ile güdümlü yapılar arasında kaldığını belirtmiş. Ülkenin demokratik gelişimine de katkı yapmayan bu unsurların varlığına işaret eden Hanioğlu, bu durumun bizi “toplumsal sermayeyi tüketmek” noktasına götürebileceği hususunda uyarmış.

Söz konusu yapının sivil toplumu kullanması ve devletin kurumlarını ele geçirme girişiminin yanında; devletin Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sivil toplum alanında beliren kuruluşlarla ilişkisini olması gerekenin dışında kurgulamış olduğunu da kayıtlara geçirmemiz gerekiyor. Hanioğlu bu noktada

Osmanlı’daki kadın örgütlerinin Cumhuriyet döneminde nasıl “devletleştirilerek” rejimin kadın ile ilgili ideolojik propagandasının aparatları haline getirildiğini hatırlatıyor. Ne var ki bu ilişki / ilişme biçimi bir erken Cumhuriyet dönemi pratiği olarak kalmadı. Yapılacak üstünkörü bir gözlem bile bunu doğrulayacaktır.

Devlet ve STK’lar arası ilişkinin mahiyeti ortaya çıkan durumun başlıca müsebbibi. Dolayısıyla her ikisinin de olması gerekenin dışında davranması, sonunda ikisinin de ifsadına yol açıyor. Daha kötüsü ise toplumsal sermayenin tükenmesine varacak tutum, davranış ve uygulamalara gerekçe teşkil ederek asıl kaybedenin toplum olacağı bir manzarayı önümüze çıkarıyor. Oysaki toplumsal sermayeyi tüketmek en büyük kaybı bizatihi toplumun kendisine yaşatacaktır.