Toplumsal çürüme
Son günlerde haber bültenlerine yansıyan ve yoğun olarak birbiri ardına gelen haberlere bakıldığında, toplamda ortaya konulabilecek en önemli çıktı toplumsal çürümüşlük ve değerlerde için boşalması şeklinde ifade edilebilir.
Öncelikle bu noktaya nasıl gelindi? Buna etki eden faktörler nelerdir? Burada ilk önemli etken bireyselleşmenin aşırı uçlara ulaşarak bir “bencil insan profili” oluşturmasıdır. Saint Simon’dan başlayarak Emile Durkheim’a kadar ilk dönem sosyologları bireyselleşmenin zararlı çıktıları üzerine ehemniyetle durmuşlardır. Aydınlanma düşüncesi ve Fransız İhtilali ile dünyaya sunulan değerlerin, neden olması muhtemel bencillik ve dayanışmaya zayıflatan boyutları ciddi olarak ele alınmıştır.
“Bireyselleşme” modernliğin pozitif çıktılarından birisi olarak sunumlanmıştır. Öncelikle insanın kendi seçimlerini yapması ve sonra seçimlerinin sonuçlarına katlanması anlamında olumlu nitelikler taşımaktadır. Fakat bireyselleşmenin iki boyutu ciddi negatif çıktılar üretmiştir. Birincisi, aslında bireyselleşme insanı bütün bağlardan azade kılarak tanımlar. Aslında bunun hedefi insanın seçim yapması olarak tanımlansa da, pratikte modern kapitalizmin yörüngesine girmektedir.
Bugün gelinen noktada bireyin istediği seçimi yapmaktan ziyade kendisine sunulan seçeneklere -bunlar paradigma dışı değildir-yönlendirilmesi söz konusudur. Diğer yandan Özgürlük meselesini değerlendirdiği kitabında Erich Fromm, insanın sorumluluk üstlenmemek üzere seçim yapmaktan kaçındığını anlatmaktadır.
İkincisi, dikkat edilirse giderek bireyselleşen insanlar kamusal yükümlülükten uzaklaşmaktadırlar. Bu, bireyselleşmenin getirdiği bencillik ile direkt ilintili görünmektedir. Dolayısıyla kişinin toplumda yaptığı bir fiilin kamusal çıktılar ve diğer insanlar için ne anlam ifade ettiği artık düşünülen bir sonuç değildir.
Alında Durkheim’ın bütün eserlerinde varolan temel problem dayanışma üzerine idi. O, bireyselleşmenin sonuçlarını görmüş; Fransa toplumunda tekrar dayanışmanın sağlanması ve kolektivitenin tedariki için tedbirler almaya çalışmıştır. Bugün sosyologlar toplumdaki bu dayanışmanın azalmasını problematik hale getirmek durumundadırlar.
Yine o dönemde “Amerika’da Demokrasi” isimli eserinde Alexis De Tocqueville, kolektivitenin, bağların ve bununla ilintili olarak ahlakiliğin bağlayıcılığının sona erdiği bireyselleşmeyi analiz etmekte ve eleştirmektedir. Doğrusu o dönemde konuyla ilgilenen sosyologlar toplumdaki bu problemleri görerek onları dile getirmişler ve hatta çözümler aramışlardır.
Batı dışı toplumlarda “gelişmemişlik” kavramının zihni arkaplanda oluşturduğu travma ile henüz bunları problem olarak gören bir yaklaşımdan uzaktırlar. Burada merkez-çevre ilişkisini açıklamada kullanacaksak, neticede çevrede bulunan batı dışı toplumların merkeze yürürken talep ve arzulardan başka henüz bir şey gördükleri yok.
Bireyselleşmenin negatif çıktılarına bir de Habermas’ın modernitenin başarısızlığına dair işaret ettiği bir noktayı hatırlatalım. O, “şu anda toplumların bütünüyle ekonominin diliyle konuştuklarını” belirtmektedir. Bunun anlamı tüketim, para ve ekonominin insanlar arası ilişkileri kimliklendirme ve belirleme açısından birincil önemde olduğudur.
Buna bir de yerel konjonktürel faktörleri de eklediğimizde, toplumsal çürümüşlüğün niçin derinleştiğini anlamamız mümkün hale gelecektir. Buradan yola çıkarak toplumsal travmaların niçin arttığını, insanların birbirlerine ilgisizlikleri ve kamusal yükümlülüğe mesafeli duruşlarını çözümlemek zor olmayacaktır.
Peki tüm bunlar karşısında din bir işlev görebilir mi? Aslında din insanı dünyada sorumlu bir varlık olarak görür. Kamusal yükümlülük, değerlere bağlılık ve dayanışma bir insanın görevi olarak tanımlanır. Fakat modern zamanlarda dinsel düşünce kendisini tüketim ve ekonominin içinde yeniden tanımlayarak varolmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla “ahlakilik” ile bağı koparılan dinilik, kendisi olarak değil; Kantçı bir yaklaşımla başka formatlarda arz-ı endam etmektedir.