Toplum kısa devre yapıyor
Frederic Gros, “İtaat
Etmemek” adlı kitabında şöyle bir cümle kuruyor; “Hayat, banka borçları ödendikten sonra geriye kalan çok az bir miktar
anlamına geliyor.”
Öyle bir ekonomik düzen inşa edilmiş ki matematiksel olarak
ömrünüzü nasıl ve ne şekilde geçireceğiniz hemen hemen hesaplanmış durumda.
Düşünün, henüz 6-7
yaşlarında zorla devlet okullarına alınan bireyler, yaşamları boyunca hayatta
kalacak şekilde belirlenmiş bir miktar parayla ve elbette borçla yaşamaya mahkûm
ediliyor.
Dolayısıyla bir
tarafta yüzde 99’u borç ve sefalet içerisinde sürünen yoksullar diğer yanda
servetlerinin ağırlığı altında ölümüne semirmiş elit para babaları… Kurulan
düzen böyle bir şey.
Hal böyle olunca bu adaletsiz ve zorba yaşamın bir teselli
ikramiyesi olan “fakirlik gururu”
artık “agresif bir utanca” bıraktı.
Orta sınıfın da yok olduğu böyle bir zamanda nefessiz kalan
toplum, arada kısa devre yaparak öfkesini küçük suçlar işleyerek pay etmeye
başlıyor.
Medya patronları,
siyasetçiler, holding sahipleri, markalar, büyük para babaları ve dünyaya nizam
vermeye kalkan kurum ve kuruluşlar vs. Ya geriye kalanlar?
İşçiler, emekliler, memurlar, çiftçiler, küçük esnaf,
gençler yani sıradan halk kitleleri… İşte
ne plan kuruluyorsa bu geriye kalanlar üzerine kuruluyor!
Mesele zenginlerin çoğalması değil asıl mesele; yüz yıldır
aynı kesimin zengin kalması geriye kalanların fakir bir şekilde hayatta kalma
mücadelesi vermesidir.
İbn Haldun, Mukaddime’sinde
“emeğini sadece geçimini sürdürmeye
ayırıp geçimi dışında başka bir şeyle uğraşamayacak hale gelen toplumda bilim
ve bilgi edinilemeyeceğini” vurgular. Buna elbette özgür yaşama hakkından
mahrum edilmeyi de ilave edelim.
Borçlu yaşamların dünyasında düşünce üretimi mi olur?
Özgürlük mü olur?
Karnını doyurmak için
yaşam mücadelesi veren bir insanın en büyük emeli kredi kartsız alış veriş
yapmaktır.
Sonra bu insanlar
popüler kültürün beğeni imparatorluğunda yaşam koçların mutluluk aşılayan(!)
kitlesel hipnoz ritüellerinde uyuşturulmaya çalışılıyor.
Ve sonra demokrasi hipnozuna maruz bırakılarak, insan-özgür
denklemini bozan ve bizlerde bir zihin çarpılmasına yol açan, sözüm ona
eşitlikçi bir anlayışın kurbanların haline getiriliyoruz.
Bu durum yazımın başında da ifade ettiğim gibi kurulan
düzenin yani pazarın en önemli parçasıdır.
Aristo, demokrasinin
kısa sürede demagojiye dönüştüğünden bahsetmiyor muydu? Bugünün kapitalist,
küreselci para düzenini hesaplayabilseydi muhtemelen her kavramın zenginleri
daha zengin, fakirleri daha fakir kılmak için üretildiğini söyleyecekti.
Yani bir toplumun
duygularını çelerek, kendi çıkarlarını yürütme biçimidir eşitlikçilik ve
demokrasi…
Eşitlik için emek
sarf edilmez ve akla da gerek duyulmaz, gelgelim adalet için durum farklıdır.
Adalet için emek gerekir, akla, erdeme, vicdana gerek vardır.
İnsanın, insan olabilmesinin, adil bir dünyada insana
yaraşır bir şekilde yaşamak gibi en temel hakkına kavuşabilmesinin tüm yolları
tıkanıyor.
Yaratılan her birey için belirlenen o saçma kalıbın dışına
çıkmanın yollarını aramalıyız. İnsan
olarak varlığımızın hiç hesaba katılmadığı bu kapitalist, küreselci düzene
karşı artık uyanmalıyız. Neden hep aynılarımız fakir ve diğerleri zengin olarak
kalıyor?
Sanırım bizim asıl sorunumuz, tepkisizlik ve rıza gösterme.
Bunca saçma ve
adaletsiz bir dünyada kollarımız bağlı, gözlerimiz kapalı, hissiz, uyuşuk ve
zayıf kalmayı tercih edişimizin bir nedeni olmalı!
Kavramları birer hap gibi yutuyoruz, eğitim sistemlerine
gönülden bağlıyız ve bize ayrılan bir miktar yaşamdan son derece mutluyuz ya da
öyle olmaya çalışıyoruz.
Son sözü Primo Levi’ye bırakacağım; ”Evet, canavar diye bir şey var. Ama sayıları gerçekten tehlike arz etmek için oldukça az. Esas tehlikeli olanlar sıradan insanlar. Hiç tartışmadan itaat etmeye ve inanmaya hazır memur zihniyetli insanlar…”