Timurtaş Uçar Hoca… Ne fincancı katırları ürksün, ne de bizim mü'minler!
MErhum Timurtaş Hoca’nın vefat tarihi, 20 Ocak 2000.
Vefat yıldönümü münasebetiyle hazırlanan
haberler dikkatimi çekti.
Denk geldiğim televizyon haberlerinde,
Merhum’a “CIA Darbeleri”nin ardından
neler çektirildiği, “bugünün siyaset dünyasına göndermelerle”
ortaya konuluyordu.
Bir sohbetimizde, Cübbeli Ahmet Hoca’ya Merhum Timurtaş Hoca’nın hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip
olduğunu anlatmıştım.
Sağ olsunlar,
bir sohbetlerinde söylediklerimizi aktarmışlar.
Buradan devamını getirelim:
Bendeniz, geleneksel olarak CHP’ye oy verilen bir ailenin yanında büyüdüm.
Bizim oralarda, Din-Diyanet bahsi pek geçmezdi.
Gündemimizde başka şeyler vardı ve bambaşka bir
hayatımız.
Bizim mahallede babası, ağabeyleri sarıklarla
cübbelerle dolaşan bir arkadaş vardı.
Hayli haşarı bir delikanlıydı, ailesininkinden
çok farklı görüntüdeydi.
Saçlarını modaya göre yaptırır, dans öğrenmeye çalışırdı…
Günlerden bir gün, “Bizim mahalleye ağır misafir geliyor” dedi bu arkadaş.
“Kimmiş o?”
diye sordum,
“Timurtaş Hoca”
dedi.
İsmini hiç duymamıştım.
“Timurtaş Hoca’yı bilmiyor musun, bangır
bangır kasetleri var, oğlum sen de amma cahilmişsin!” diyerek dalga geçti.
Mahalleden bir eve misafir olacakmış.
Birlikte gitmeyi teklif etti.
“Can sıkar öyle yerler, iki saat dinle,
dur!” diye karşılık verdim.
Epeyce ısrar edip, “İstediğimiz zaman, bir bahane uydurup
çıkarız” deyince gitmeye
karar verdim.
Vardığımızda Merhum Timurtaş Hoca oradaydı.
Bizi Timurtaş Hoca’ya
çok yakın bir yere oturttular.
Bana tarif edilen gür sesli, heyecanlı, renkli
bir kişilikti.
Öyle birini beklerken, sakin, mahzun bir
Beyefendi ile karşılaştım.
“Allah kimsenin başına vermesin, çok kötü
bir durum” diyordu.
Kendisini adım adım takip ediyorlarmış,
kapısına ikide bir polis gönderiyorlarmış.
Hane halkının yüreği ağzındaymış; kapının her çalınışında “Acaba yine polis mi?” diye yürekleri ağzına geliyormuş.
O günlerde henüz gazetecilik yoksa da, merak
çok bizde.
O toy halimde “Suç mu işlediniz, niçin geliyorlar?” diye sorunca,
“Evet suç işlemişim ,piyango kumardır,
haramdır demek suçmuş!” cevabı geldi.
Timurtaş Hoca, “malûm piyango”ya
karşı çıkınca ve Müslümanlardan harama
bulaşmamalarını isteyince dava açılmış…
Epeyce yıl hapsi isteniyormuş.
“Memlekete bakın Allah aşkına!” diyordu Merhum:
“Bir Hoca, hitap ettiği cemaate ‘Kumardan
uzak durun’ da diyemeyecek. Piyango sanki devlet! Sanki rejimin kutsalı!
Allah’a, Peygamber’e hakaret edenlere tek lâf yok, kumara lâf edene dünyanın
zulmü!”
H H H
O sohbette, lâiklik meselelerine girdi Merhum
Hoca…
“Allah her işe karışmamalıymış… Bunu
söyleyen de Müslüman!”
dedi.
Atatürkçülükten geçinenlerin her konuşması için suç duyurusunda bulunduğunu
anlattı.
Bunlar, o günkü bana çok
uzak mevzulardı.
Söylediklerinin çoğuna inanmamıştım.
“Piyango almayın dedi diye böyle yapılır
mı, kim bilir neler neler demiştir?” diye düşünmüştüm.
Öte yandan…
İlk defa böyle bir sohbete katılmıştım.
Doğrusu, onca saat canımın sıkılmamasına
şaşırmıştım.
İçimi o güne kadar tatmadığım bir duygu
kaplamıştı, “huzur,
heyecan” gibi bir şey.
O akşam benim için bir dönüm noktasıymış meğer.
Timurtaş Hoca’nın gerçekten zulme uğradığını,
hiçbir kabahati, suçu olmamasına rağmen kendisine neler yapıldığını küçük bir
araştırmayla öğrenince…
Bu memlekette lâiklik adına yapılanların farkına varınca, hal ve
hareketlerim değişmeye başladı.
Okudukça, dinledikçe farklı ruh hallerine
girdim.
Yepyeni bir dünyaya adım attım.
Etrafımla zıtlaşmaya başladım.
“Serdar’a bir haller oldu, yok Hadis, Yok
Ayet, kafayı yemese bari!”
dendi, “Oğlum, bak,
bizde böyle şeyler olmaz, tamam Cuma namazına git ama fazla ileriye gitme!” ikazları gelmeye başladı.
O güne kadar “Yakınımdır, belki bir ihtiyacı vardır” diye zerre düşünmeyenler benimle ilgilenir,
beni “laiklik
karşıtlığından”
korumaya çalışır oldular.
Ben de,
o günlerdeki hâlimle keskin karşılıklar
verdim onlara.
İpler koptu.
Bunlar olurken gazeteciliğe başlamıştım.
Vaktin “iri”
gazetelerinden birinde
çalışırken, Babam rahmetli oldu.
Ölüm, ahiret düşünceleri iyice kafama yerleşti.
“İnancıma daha uygun olacağı” düşüncesiyle yayın hayatına hazırlandığını duyduğum Cuma Dergisi’ne
başvurmaya karar verdim.
Rahmetli Mustafa Karahasanoğlu Ağabey ile tanıştım, orada işe başladım.
Bir gün…
Hayli vakittir ihmal ettiğim Timurtaş Hoca’nın Fatih’teki evine gittim.
Gençlik işte, münasebetsizlik ya da..
Randevusuz, öyle, pat diye..
Akşam vakti kapıyı çaldım.
Merhum Timurtaş Hoca karşımdaydı.
Kendimi hatırlattım.
Cuma Dergisi’nde işe başladığımı söyledim.
“Hayırlı olsun kardeşim” dedi.
Kendisiyle röportaj yapmak istediğimi
belirttim.
Hiç beklemediğim bir tepki verdi:
“Beni bırakın kardeşim!
Ben artık çekildim!
Halleri hiç iyi görmüyorum.
Biz konuşurken kendilerinden geçenler,
sıkıntıya düştüğümüzde takibâta uğradığımızda semtimizden geçmez oldu!
Hatta, aralarından bazıları fincancı
katırlarını ürkütüyorsun diye bizi suçladı!
Cuma’da sevdiğimiz arkadaşlar var, o başka.
Şimdi, röportaj yapacağız, dilimiz durmayacak,
başımızı yine derde sokacağız!
Hadi başımız derde girerse girsin de, idrak
düzeyi öylesine düşük ki, dediklerimiz de anlaşılmayacak.
Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya
değmeyecek!”
Merhum Hoca aklımda kaldığı kadarıyla bunları
söyledi.
“Tekrar hayırlı olsun Kardeşim” diyerek bizi gönderdi.
H H H
Merhum Timurtaş Hoca’nın
o hali gözümün önünde.
Fatih’teki mütevazı apartman dairesinde…
Güzel, mahzun bir kul.
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.
H H H
Biz de…
Rahat duralım gayri.
Kalemimizin ucuna kadar gelenleri yazmayalım
bari…
Ne fincancı katırları ürksün, ne de bizim
mü’minler!