Tersin Köyü'nde bir kaçak veya kaçık
Hemen herkesin birbirleriyle kavga edecek, hatta nerdeyse öldürecek kadar sevdiği oyuncaklara karşı öyle görülmemiş bir kibri var ki…Kullanmak istemediği oyuncakları oyuncak delisi çocuklara fırlatıyor. Bazen kırıyor, sever gibi yaparak. Okşar gibi yapıp kırıyor oyuncaklarını.
Sepeti başkalarınınkine benzemiyor. Oldukça boş. Yanında kitapları, kalemleri, kelimeleri, heceleri, harfleri, çok gereksinim duyduğu zaman kullanma ihtimali olan birkaç dil bilgisi kuralı, kaderini silebileceği bir silgisi var.
Ne zaman herkesi/kalabalığı yatırsa kalkıyor ayağa. Doğrusu o da biliyor diğer “oyun çocuklarının” ondan daha uslu olduğunu. Avunmalarının kolay, emziklerinin bulunur türden olduğunu. Onlarla uğraşmak, kendisiyle uğraşmaktan daha kolay. Artık bunun iyiden iyiye farkında.
Kaçık! Kaçığın teki!
Kaçaklığının hassasiyet adında kuvvetli bir mazereti vardı. Başkalarına bu derinliğinden topladığı incilerini, bilmediklerini getirirdi mesela. Halbuki isteseler ve biraz göklerini kazısalar bilebilirlerdi. Tıpkı onun gibi. Ya da aynı yere baktıkları halde göremediklerini gösterirdi. Halbuki dikkat kesilseler ve görmek isteseler pekâla görebilirlerdi. Çıkarına ters düşse de, gizli anahtarları paylaşır gibi kendince bilmenin ve görmenin yöntemlerini verirdi çoğu zaman. Kürsüsünü bile bile sallardı. Yine de bizzat bilmeye, görmeye üşeneceklerini ve hep gösterilene doğru çakılıp kalmış halde kolayca ve biraz "düşündüren ısmarlama haplar" kullanarak keyif sürmek isteyeceklerini de biliyordu.
Aralarında garip bir anlaşma vardı. Bizim kaçak, çoğunluğun tembelliği sevdikleri konularda geberinceye kadar çalışmaya bayılıyordu. Tıpkı onun değil çalışmayı, olmayı hiç istemediği konularda diğerlerinin, çoğunluğun “dişlerini tırnaklarına taktıkları”, “saçlarını süpürge ettikleri” ve “ağarttıkları”, “ömürlerini heba ettikleri”, “gün yüzü görmedikleri” gibi…
Böylece çoklarının hoşlanmadığı okumak, öğrenmek, bilmek, bir keşif tecessüsü ile yaşamak, bir görme/ varma biçimi olarak somut olana surat asıp, soyuta gülümsemek, ah istisnasız her şeyden bir anlam çıkarmak -çünkü vardı, kesin biliyordu- ve istisnasız her şeye bir anlam yüklemek vs. gibi bir takım "angarya işleri" onlar adına yaparak bağımsız kalıyordu “hayattan.”
Gelişigüzel ama bi' dolu akan yaşamak ırmağında, insanlarla olan birlikteliği muhteşem ahenk arzeden bir zıtlaşmaydı, denilebilirdi. Hepsi akarken soluksuz durmayı severdi. Bir keresinde şöyle demişti:
"Türkiye'de Tersin diye bir şehir var. Bir dünya şehri... Dileyen fikren veya fikirsizce "Mersin" 'e, alıştığı, alıştırıldığı, benimsediği, yönlendirildiği veya bizzat yöneldiği, kalmayı sevdiği mersinine gidebilir. Gitsin. Saygı duyarız.
Ben oraya; Tersin'e gitmeyi seviyorum.
Sırf gitmiş olmak için veya çakılıp kalmak için değil tabi!.."
İnat etmek için inat değildi bu. Yapılan çoğu şey ona hiç te yapılması gereken gibi gelmiyordu doğrusu. Çoğunluğun arzu duyduğu, önemsediği, neşelendiği, hüzünlendiği konuların hiç birinde onlarla uyuşmuyordu. O yüzden çoğu zaman onlarla ilişkisini, bütün bir aile düğün davetine katılmış ta eğlenceden katılıp kalmışken, kapı arkasında kendine ait yıldızları olan bir geceyi kurmuş, düğüne, derneğe küsmekte kendince haklı nedenleri olan bir nevi düşsel yetimlik çekmeye oturmuş çocuğun ilişkisine benzetirdi.
Ara sıra “oyuna” kaldırmak istemeyecekleri kadar suratsızdı.
Mızmız! Ayrılık bahçesinin ayrık otu!
O en çok kelimelerle oynamayı sevdi hayatta. Anlam da onun düş sınırlarına ha girdi ha gireceğinde ne yapacağını bilemezdi. Gök damından düştü düşeceğinde bir hengamedir giderdi. Gözler bakamadığı kadar yukarıya asılmamak için koşar adım düşen bilyeler ve kirpikler hep biraz ıslak, hep biraz birbirine sarılmış... Heyecandan dili, kalemi sürçerdi. Bu onun düğünü olurdu.
Heceleri geç vakte kadar uyumazdı sevinçten.
Kelimeler de onunla oynarlardı. O vakit sokağın, meydanın, medyanın o cazgır ırmağının sesini kısar, kulaklarını başka seslere, sessizliğe açardı.
Kaçak! Hatta -aramızda kalsın- biraz kaçıktı bile!...