Teoman Şaban Duralı
İlk kez onu televizyonda gördüm. Kendisiyle bir sohbet yapılıyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam, Rus işgalinden önceki yıllarda
gittiği Afganistan’dan bahsediyordu. İran sınırından Afganistan’a girip bir
otobüse biniyor. Otobüsün içinde yer yok. Otobüsün üzerine, damına çıkıyor.
Valizini yanına koyuyor ve yanındaki Afganlılar gibi o da sırtüstü uzanıyor.
Gecenin karanlığında başının üzerinde bütün ihtişamıyla gökyüzü, etrafta hiç
ışık olmadığı için yıldızlar şöleni...
Teoman Hoca o an diyor ki; “İşte hayat bu!”
Hocanın bu tasvirine, bu tavrına, tabiiliğine, harbiliğine,
dobralığına bayıldım.
“İşte çok kafa dengi
bir adam” dedim.
Kendisini yüz yüze görmedim.
Elime aldığım “Öyle
Geçer ki Zaman” kitabını su içer gibi okudum.
Akademik basamakları statükonun önünde “eğilerek” çıkmadığı belli. Statükoya intisap, biat etmişlerden
değil.
“Anadolu”
tabiriyle “mert”.
Medyatik dille omurgalı.
Rüzgara göre yön değiştirmiyor.
Hoca, “tekkede takkeli, havrada kippalı” fırıldaklardan değil.
O, hem X, hem Y kromozomundan “asker”.
Önemli olduğu için değil, kişiliğine renk kattığı için
söylüyorum; annesi Alman, babası Türk.
“Öyle Geçer ki Zaman” da gördüm ki; o, Osman Gazi gibi Türk, Ziya Gökalp gibi değil...
Yanlış anladım, yanlış ifade ettimse Hoca’nın affına
sığınırım.
Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim. Kemal Sunal
filmleriyle kasten kirletilen mukaddes “Şaban”
ismine itibarını iade ettirdiği için Hoca’ya şükranlarımı ifade ediyorum.
Şimdi sizleri “Öyle
Geçer ki Zaman”dan seçtiğim satırlarla –bazan
özetleyerek– baş başa bırakacağım
— Üniversitede asistandır. İlk kez mesaisine bir-iki saat
kadar geç geliyor. Hocası, ... bey neden geç geldiğini merak eder. “Hocam,
“bizim oğlancığı sünnet ettirdim” der
demez hoca patlar. Patlamaz infilak eder. Çıldırır. Nasıl yaparsın bu ilkel olayı
der. 10 bin yıl evvel mağara insanları yapardı. Bunlar inisiyasyon olaylarıdır.
Sen nasıl yaparsın, sen nasıl yaparsın
bunu?
— Ülkede Frankofonlar
ve de Anglofonlar var, ikisinin de ortak nefreti İslam!
— İslam medeniyetinde kısa süren Emeviler dönemi haricinde
kimsenin ne yediğine içtiğine, ne giydiğine karışılmamıştır.
— I. Dünya Savaşı “İslam
Medeniyeti”ne ve “Türk Kültürüne”
son vermek üzere çıkarıldı.
— “İslam Medeniyeti”ne
mensupken “Yeniçağ din dışı Avrupa
Medeniyeti”ne yöneltilik. Halbuki, onun da zamanı geçmişti, gün “Yahudi-İngiliz Medeniyeti”nin günüydü.
— Osmanlı’nın ülküsü
“Müslümanlık”tı.
— 1977’de karım ve oğlumla bir gemi seyahatine çıktık;
İstanbul’dan Mersin’e gidiyoruz. Bir sabah baktım, karım güvertede yaşlı bir
çiftle konuşuyor. Tanıştıktan sonra beyle ahbap oldum. 1944’te Midilli Adasında
Alman subayı olarak görevliymiş. Bizimkiler Ayvalık’tan Midilli’nin aç
ahalisine gizlice yiyecek yardımı gönderirlermiş. Oradaki Alman komutan buna
fena halde içerlemiş. Ayvalık Kaymakamını Midilli’ye davet etmiş. Kaymakamı
alıp Midilli kalesindeki mahzene indirmiş. “Bunlar nedir?” diye sormuş.
“İskelet” demiş Kaymakamımız. “Kimin
iskeleti biliyor musun” sorusuna “hayır bilmiyorum” cevabını vermiş. “Sizin
iskeletleriniz, İstiklal harbinde esir
aldıkları Türk askerlerini burada aç
bırakmışlar. Ölüme terk etmişler. Siz
de şimdi bunlara gizlice yiyecek gönderiyorsunuz. Öyle mi? Hadi bakalım
yasağı kaldırıyorum; sizi bu hale
getirenlere istediğiniz yardımı yollayın” demiş. Kaymakama “Bak sana bir
sır ifşa edeceğim. Kulaklarını iyi aç: Ankara’ya haber uçur, buralardan
çekiliyoruz. Öyle ki gelin bize savaş ilan edin. Pekala bizi kovuyor, adaları
da işgalimizden kurtarıyormuş görüntüsü vererek...” diye tavsiyede bulunuyor.
Kaymakam döndükten sonra, Ankara’ya İsmet Paşa’ya telgraf
çekmişse de mukabilinde ses seda çıkmaz.
Almanlar sonra tekrar Rodos’tan da buna benzer haber
göndermişler. O gün o Alman bana üç adım ötemizdeki Kaş adasını (Meis Adası)
gösterip “Burası en yakın Yunan
toprağına en az 600 kilometre uzaklıkta, taş çatlasa Kaş’a bir kilometre.
Yüzersiniz kıyıdan adaya. Ama o adayı onlara bırakmışsınız olacak iş mi bu?”
demişti.
Haftaya devam inşallah...
***
Hoca’nın satırlarına şunları ilave etmeden geçemeyeceğim:
Bizim, Yunan ağzıyla
“Meis” dediğimiz adadan, –dedelerimiz
ona Kızılhisar derlerdi– Oruç Reis
Akdeniz’e açılana kadar haberimiz bile yoktu.
Yunan işgalinin sona ermesinin hemen ertesinde iz üstü
Türkiye’yi ziyaret eden İngiliz gazeteci Grace Ellison, Yunan askerlerinin,
Manisa’da 14 bin evden 13 binini, Alaşehir’de 4 bin 800 evden 4 bin 700’ünü
yıktıklarını not eder.
Turgutlu’da, Akhisar’da hakeza geçtiği her yerde, durum
aynıdır.
Ellison; “Geçtiği hemen her yerde Müslüman kadın ve
çocukların camilere doldurulup diri diri ateşe verildiklerini, böyle aşağılık
bir uygulamayı, Almanların, Fransızlara yapmadıklarını, kadın ve çocukları
kiliselere doldurarak yakmadıklarını, itiraf etmeliyim” der.
Henüz bu olaylardan 20 yıl geçmemişken, zamanın “Ayvalık Kaymakamı” tarihe, dünyaya, ne
kadar “Fransız”dır.
Biz, acaba, halâ, “Ayvalık
Kaymakamı”mıyız?
Neden, bizim bir; “Resmi Tarih”imiz,bir de “Gizli Tarih”imiz vardır?