Teolojiyi insanla dengelemek
Teoloji, Batı kökenli bir kelime olarak ilahiyat ve kelam gibi karşılık verilen bir kavramdır. “Tanrı üzerine bir konuşmayı ifade eder” şeklinde kısaca tanımlansa da, neticede Tanrı-insan ilişkilerini farklı boyutlarıyla tartışmaktadır. Bu anlamda bir dinin, dünya görüşünü şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Teoloji ele aldığı sorular ve bunlara verdiği cevaplar ile bir dinin dünyaya bakışını ele verir. Meselâ; klasik kelam kitaplarına baktığımız zaman Tanrı’nın sıfatları, nübüvvet gibi dinin dayandığı temeller ile irade, özgürlük gibi insana dair ve rızık, ecel gibi topluma dair bir çok konular ele alınır. Dolayısıyla kelamın Tanrı-insan ilişkisi üzerine geniş bir konuşma ve tartışmayı içerdiğini söyleyebiliriz.
Aslında Tanrı-insan ilişkisinin tarih boyunca toplumsal düzlemde ekonomik, sosyal, kültürel bir çok gelişme, tartışma ve krizlerde hep yansımaları bulunduğunu görmekteyiz. Bu sebeple esaslı bir konudur. Fakat teolojinin anlaşılma ve konumlandırılma biçimi değiştikçe, bu durum insan toplumlarında bir kriz olarak yansımalarını bulmaktadır.
Bu bağlamda günümüzde bir krizin baş gösterdiğini belirtmeliyiz. Bugün teoloji adına ifade edilenlerin genel dili, Tanrı’nın mutlaklığının “insan”a hiç yer bırakmadan onun üzerindeki tecellisi olarak görülmesidir. Bunun sonucu olarak, din de tahakkümcü bir dille bugün sunulmaktadır bazı kesimler tarafından. Haliyle bu tahakküm dili gündelik hayatın birçok alanına da sızmış görünmektedir.
Klasik ilim adamlarımızın önemle tartıştıkları kelami konulardan bir tanesi özgürlük ve irade idi. Esasen bu tartışma daha önce Saint Augustinus’tan başlayarak Hıristiyan İlahiyatı ve felsefesi içerisinde de tartışılmıştı. Yunanlılarda gerçeklik, eşya arasındaki nedensellik ve uygunluk üzerinden ele alındığından özgürlük ve irade bir sorun olarak tartışılmadı. Ancak insanın Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak görünmesi, bu sorunun da ele alınmasını zorunlu kılmıştır.
“İnsan”a ne kadar yer açılacağı meselesi, insana açılan yerin Tanrı’dan yana bir kayıp olduğu gibi tuhaf bir zihniyet ve dille tartışılagelmiştir. Bu durum, insana özgürlük alanı açma konusunda teolojide bazı tedirginlikler oluşturmuş ve meselâ Ortaçağ boyunca Kilise uygulamaları insanın bir aktör olarak dünyada kayboluşuna tanıklık etmiştir.
Modern çağ Rönesansla birlikte buna “Hümanizm” kavramıyla cevap vermiştir. Hümanizm, insanı merkeze alarak ondan başka bir otorite tanımamaktadır. Bu da aslında modern çağın bir kelamıdır. Fakat bu durum ilginç gelişmeleri peşinden getirmiştir. Tabiata ve özelde insana yönelişle birlikte, insan biyolojik, psikolojik, sosyolojik vb. birçok yönden ele alınmış, nitelikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Antropoloji ise insanı bütün boyutlarıyla kendi konusu kılmıştır. Böylece insan olgusal yönden de ortaya konulmaya çalışılmıştır ki, insanın kendisini tanıma çabası açısından önemli görülmelidir.
Post/Modern Çağ’da insan öznelliğini üst düzeye çıkarırken, ona bir mikro Tanrı olarak yeniden konum biçmiştir. Belki bu gelişmelere de tepki olarak bugün çağdaş Müslüman teolojisi, insana hiç yer açmayan bir dil kullanmaya devam etmektedir. Bu da topluma bir din bocalamak şeklinde tezahürler göstermektedir. Yine insan öznelliği ve onun niteliklerini tamamen “günah” olarak gören yaklaşımla hareket etmektedir.
Bugün öznellikleri ile bu teoloji arasına sıkışmış bireylerin yaşadığı gerilim, krizi tüm boyutlarıyla önümüze çıkarmaktadır. Bu teolojik anlayış, onların dönüşümüne engel olamayacak gibi görünmektedir; çünkü “insan”a değmemektedir.